Profil

Fotoğrafım
Ekim 2024'de yazmaya başladığım hikayelerimi ve yaptığım resimlerden bazılarını burada topladım. - - - I have gathered here the stories I started writing in October 2024, as well as some of my paintings. - - - J'ai rassemblé ici les histoires que j'ai commencées à écrire en octobre 2024, ainsi que quelques-unes de mes peintures.

21 Ekim 2024 Pazartesi

04) O Kapıdan Çıktığım An


O kapıdan çıktığım an, hayatımın en büyük kararını aldıgımı bilmiyordum.

Merdivenlerden çıkınca, asansörün karşısındaki kapıdan dört rakamlı kodu girip büyük, geniş, açık planlı ofisimizin giriyorum. Şirketimiz sahip değiştirdiğinden beri o kapıdan her geçişimde içim daralıyor sanki. Atmosfer çok kötü ve her gün burayı bırakıp gitme planları yapıyorum.

Her adım, her seçim bir yöne doğru gidişi ya sağlamlaştırır ya zayıflatır, yönü değiştirir, yolu dolambaçlı hale getirir. İşte o adımlar, benim adımlarım, beni açık geniş ofisin köşesindeki mutfak alanına, kahve makinesine götürüyor. Işıltılı İtalyan espresso makinesinin altına fincanımı koyuyorum. Bir kahve alırsam sanki söyleyeceklerimi daha iyi toparlayacağım. Elimde daha önce Word’de yazdığım istifa dilekçesi var. Birden elimde bayrak gibi salladığım dilekçeden utanıyorum. Ne saçma ne gereksiz, "Önce konuşup, sonra dilekçeyi e-maille atsana be kızım." Yazıcıdan gizlice aldığım kâğıdı hatırlayınca cesaretim iyice kırılıyor ve hiçbir şey olmamış gibi kahvemle masama dönüyorum. Çıktıyı çantamın içine sokuşturuyorum. Öğleden sonra, birbiri ardına toplantılarla geçiyor. Henüz yöneticilik sorumluluğunu sindirememiş, bir genç yönetici büyük bir ciddiyetle ve işletme okulu jargonuyla, çalışanları daha fazla zorlayarak verimliliği nasıl artırabileceğimizi anlatıyor. Sözleri, şirketin yeni sahiplerinin karakterini kusursuzca yansıtan bir kibirle dolu. Onun bu kendinden emin tavrını izlerken, içimden yükselen gülme isteğini zor da olsa bastırıyorum.

Akşam hiçbir şey olmamış gibi ofisten ayrılıyorum. Tramvaya yürüyorum. Yağmur çiseliyor. Şemsiyem yok tabii ki, çünkü şemsiyeleri genelde tramvayda unuttuğum için artık işe giderken yanıma almıyorum. Tramvayda insanlar. Kim bilir onların hayatlarında neler oluyor? Kimler hangi kararları almak zorunda? Onlar da benim gibi tereddüt mü ediyorlar?

Eve geldiğimde kafamda dönen düşüncelerle arabaya atlayıp markete gidiyorum. Porscheler, Maseratiler sıralanmış. Benim arabam da onlardan biri. Düşünüyorum, gerçekten de bu mu başarı? Kariyerimin zirvesine çıkmış, tüketim dünyasının sunduğu üst düzey markalarla gardırobumu doldurmuş, dünyanın dört bir yanını gezmiş, farklı dillerde rüyalar görmüşüm, ama içimde bir boşluk var sanki.

Evde baldo pirincini tereyağıyla karıştırırken düşünüyorum: Siz kapıyı çarpar çıkarsınız, hayatınızda çalkantılar, dramlar yaşarsınız, tutkuyla bağlanır ya da nefret kusarsınız ama üç nesil sonra kimse bunları bilmez. Dedemin babası mesela, o kimdi? Bildiğim bir özelliği var mı? Ben doğduğumda hiçbiri yaşamıyormuş. Ne garip. Neyse ki Facebook var, bizim torunlarımızın çocuklarına kadar kalırsa onlar bizi bayağı yakından tanıyacak, yediğimiz yemeğe kadar bilecekler. "Oh, ne rahatlama!" deyip bir kahkaha atıyorum. Bir saati bile kalmamış bana. Oysa kolumdaki İsviçre saatim ne kadar değerli benim için. Torunuma saklayayım bari.

Savaşlar, göçler, kargaşa, doğa katliamı, küresel ısınma ve bir de saat bırakacağız üçüncü nesle. Dünyanın en iyi kalpli, en nazik insanlarının birer birer aramızdan ayrıldığı ve bizi buralarda sahipsiz bırakıp gittikleri hissine kapılıyorum. İşte bu sebeple kişisel tarihimiz bazen çok anlamsız geliyor. Her gece bir şeyleri değiştirme kararı alıp her gündüz risk almaktan kaçınan, hep güvenli olanı seçen bir kadın olduğum için kendime kızıyorum. Bu rahat yaşamı, bu arabayı, bu güzel semtteki güzel evimi, yaz kış sonbahar sürekli çıktığım seyahatleri bırakıp Fransa’da eski bir şato alıp çiftçiliğe mi başlayacağım? Üç nesil sonra torunlar, "Bu, ailemizin şatosu," deyip kendilerini Fransız asilzadesi mi zannedecek? Düşüncelerin komikliğine gülüyorum.

Zürih’in erkek egemen iş dünyasında kadın olarak yirmi beş yıldır ne kadar yorulduğumu, bu alternatifin beni mutlu etmeyeceğini biliyorum. Yüzümde bir gülümsemeyle yirmi beş yıl öncesini hatırlıyorum. İş görüşmesi için Zürih’e

gelmişim. Bu görüşme için Stockholm’den uçak biletimi alıp, davet edilmişim. Hayat tozpembe. UBS yatırım bankacılığının Opfikon’daki ofisindeki görüşme kısa sürmüş. Personel müdürü, kontratı ben gelmeden hazırlamış bile. Maaş Stockholm’de kazandığımın neredeyse üç katı. "Ben ve müdürüm de imzaladık, sadece senin imzan kaldı. Eve git, oku, düşün ve kararını bildir," demiş. O anki mutluluğumu tarif edecek kelime bulamıyorum, adeta ayaklarım yerden kesilmiş, bulutlara yaklaşmışım.

Yıllar çok güzel ve çok çabuk geçti ve yirmi beş yıl sonra tekrar bir yol ayrımındayım. İsviçre’ye taşınmam da böyle bir risk almak değil miydi? Bankacılıkta geçirdiğim yıllar bana çok şey öğretti, ama içimdeki ses artık değişim zamanının geldiğini söylüyor. Oğlum büyürken güvenli olanı seçmenin bir mantığı vardı, ama şimdi hayatımı artık sadece maddi başarılarla, büyük kariyerlerle ölçmek bana yetmiyor. Artık yeni şeyler yapma vakti geldi.

Hiç korkmuyorum. Ertesi sabah işten ayrılma dilekçemi imzalayıp, bu sefer içimde huzurla o kapıdan çıkıyorum. Belki birkaç nesil sonra ben de hatırlanmayacağım ama, en azından kendi hikâyemi değiştirmek için adım attım.

Dışarıda yine hafif bir yağmur çiseliyor ve ben kocaman gülümsüyorum. Yen hayatımın getirecekleriyle karşılaşmaya hazırım.

8 Ekim 2024 Salı

03) İki İnsan İki Yara


Kaan, İstanbul’da evinin salonunda oturmuş, sessiz ve dalgın, bilgisayarının ekranına bakıyordu. Ekranda babasına yazdığı ama göndermek için henüz cesareti toplayamadığı e-postayı tekrar tekrar okuyor, düzeltiyordu. Hem içinde biriktirdiği duyguları en iyi şekilde dile getirmek, hem de babasının eğip büküp büyütebileceği yanlış bir söz yazmamak için özen gösteriyordu. Babası Karl’la aralarındaki soğukluk ve iletişimsizlik artık taşınamaz bir ağırlık haline gelmişti. Bu soğukluk, İstanbul’un ılık sonbahar akşamında onun içini üşütüyordu.

Akşam olmuş, güneş denize batmıştı. Oğlu yatağa gitmeden önce koşup onun yanağından öpmüştü. Şimdi de o sevimli ikna yeteneğini, ona bir masal okuması için annesinin üzerinde deniyordu. Onların sesleri koridorda uzaklaşırken, Kaan, oğlunun dedesini tanımadan büyümesinden duyduğu üzüntüyü kelimelere dökmeye çalışıyordu.

Karl, aslen İzmirli olan annesiyle emeklilik yıllarını geçirmek için İzmir’e daha yeni taşınmış olmalarına rağmen, on iki yıl önce üstelik kırk yıllık evlilikten sonra, üzücü bir süreç yaşayarak ayrılmış ve apar topar Kanada’ya dönmüştü.

Babasına yazdığı e-postayı baştan sona bir kez daha okudu. İçinde biriken hüzün, öfke ve hayal kırıklığı onu kahrediyordu. “Babacığım, sen bu kadar kötü kalpli olabiliyorsun ama ben olamıyorum,” diye belki de biraz sert bir giriş yapmıştı. Ama babasının mektubu sonuna kadar okuduğunda onu anlayacağını umut ediyordu.

Babasi İzmir’deki Amerikan üssünde gözlemciyken annesiyle tanışmış, ona deli gibi âşık olmuş ve çabucak evlenmişlerdi. O üç, ablaları yedi ve dokuz yaşındayken babalarının memleketi Kanada’ya taşınmışlardı. Çocuklukları çok güzel geçmişti. Tenis oynamış, bir gün Daniel Nestor gibi ünlü bir tenisçi olmanın hayalini kurmuştu. Otuz üç yaşında evlendiğinde, anne ve babası aynı yıl kırkıncı evlilik yıl dönümlerini kutlamışlardı ve hâlâ çok mutluydular.

Sonra Kaan ve eşi bir süre iş icabı Dubai, Singapur, Zürih dolaşmışlardı. İstanbul’dan iyi bir iş teklifi alınca altı yıl önce buraya yerleşmişlerdi. Onlar Dubai’deyken ne olduysa olmuş babasının yaptığı bir terbiyesizlikten dolayı ebeveynleri alel acele boşanmıştı. Babası bu skandal boşanmanın ardından kendini hiçbir şekilde izah etme gereği bile duymamış, ertesi yıl kimseye haber vermeden başka bir kadınla evlenmişti. 2012 yılından sonra Karl, üç çocuğunu tamamen hayatından çıkarmış, Kanada’ya dönmüş, yeni karısıyla Westmont’daki onun gençlik yıllarının geçtiği o güzel evde yaşamaya başlamıştı. Ablaları hâlen Kanada’da yaşıyorlar ama başından beri annelerinin tarafını tuttukları için babalarıyla konuşmuyorlardı. Kaan her iki tarafı da anlamakta zorluk çekiyordu.

Kendi küçük ailesine bakarken, babasının neyi feda ettiğini anlamadığını düşünüyordu. Yeğenleri ve oğlu, dedelerini tanıyamadan büyüyordu. O, ablaları gibi kestirip atmamış; babalarına pek çok kez ulaşmaya çalışmış, torununu tanıması için fırsatlar yaratmıştı. Birkaç kez görüşmüşlerdi de, ama Karl her defasında yeni eşinin kaprisleri doğrultusunda çocuklarıyla arasına mesafe koymuştu. Bu e-postada, ona son bir şans tanıyordu. “Zaman geçiyor, insanlar yaşlanıyor, insanlar ölüyor, ama sen kendini hiç sorgulamıyorsun,” demişti. Bu sözler babasına bir çağrıydı, bir uyarıydı.

E-postayı göndermeden önce, derin bir nefes aldı. İstanbul’un ılık akşam rüzgârı açık pencereden içeri dolarken, biraz olsun hafiflediğini hissetti. Yazdığı her kelimenin doğru olduğunu biliyordu. Babasına yıllardır ne kadar kırıldığını ne kadar incindiğini, ama yine de onu affetmeye hazır olduğunu söylemişti. Gönder tuşuna basmadan önce durdu. Belki babası yine sessizliğini koruyacaktı ama Görevini yaptığı için huzurluydu. Sonunda derin bir nefes alıp, gönder butonuna bastı.

……………………………

Karl, Mont Royal dağinin eteklerinde, otuz yıl önce çocuklar büyümeye başladığında aldığı evinin salonunda oturmuş diz üstü bilgisayarında kâğıt falı açıyordu. Sonbahar gelmiş, günler kısalmaya başlamıştı. Karısı mutfakta öğlen yemeğiyle meşguldü ve evin derin sessizliği, içini bir huzur ve rahatsızlık karışımı tezat duygularla dolduruyordu. Gelen kutusuna bir an yeni bir e-posta düştü. Gönderen, bir yıldır konuşmayı tamamen kestiği, aramalarını ve mesajlarını yanıtsız bıraktığı oğlu Kaan’dı.

Gözleri ekrana kilitlendi, kalp atışları hızlandı. Elini fareye götürüp açıp açmama konusunda tereddüt etti. E-posta başlığı basit ve doğrudandı: “Babacığım.” Zihninde anılar dolaştı; baba-oğulun yağmurda açık kortta tenis oynayıp sırılsıklam ıslandıkları, çocukların evde merdivenlerden yukarı aşağı koştukları anlar gözünün önüne geldi. Ondan beklediği özür gelmiş gibi umutla e-postayı açtı. Ama başlık onu yanıltmıştı. E-posta, “Babacığım, sen bu kadar kötü kalpli olabiliyorsun ama ben olamıyorum,” diye başlıyordu. Bu ilk cümlede, onu kızdırmayı başarmıştı. Oglu her defasında böyle babasını sanki tokatlıyor ve bu onu her defasında duvarlar örmeye yönlendiriyordu. İçi sıkılmıştı bile. Karanlık kış gecelerinde, geçmişin yankısı peşini bırakmıyordu.

Kaşlarını çattı, oğlunun ona böyle hitap etmesi sinirlerini bozmuştu. Kaan, yeni eşine hakaret ettiğinde tüm köprüleri yakmıştı. Kendi hayatını yeniden inşa ederken, oğlunun karısına söylediği ağır sözler affedilemezdi.

Derin bir nefes alıp okumaya devam etti. “Aradan bir yıl geçti, ama hâlâ sessizsin. Ben seninle iletişime geçmeye çalıştım. Bir yıl çok uzun değil, ama belki bu süreçte sen de biraz olsun düşünme fırsatı bulmuşsundur. Annemden sonra hayatına aldığın kadının kaprisi uğruna beni ve ablalarımı hayatından silebildin. Belki bu konuya bir kez daha başka gözlerle bakmayı denersin.”

Arkasına yaslanıp gözlerini kapattı. Oğlunun sözleri içini kemiriyordu. Sürekli olarak olanları çarpıyor, yazdığı her satırda onu suçluyor, onu bencil ve uzak

olmakla itham ediyordu. “Bir kadının kaprisi uğruna bizleri sildin,” diyordu oğlu. Derin bir iç çekti. Onun yeni hayatına yönelmek zorunda olduğunu anlayamıyordu. Annesiyle uzun yıllar mutlu bir evlilikleri olmuştu ama son yıllarda birbirlerinden kopmuşlardı. Birlikteliklerinin ilk ve en mutlu 10 yılını geçirdikleri İzmir’e döndüklerinden her şeyin tekrar mükemmel olacağını zannederken her şey birden çökmüştü. Ardından, ona mutluluk veren bir ilişkiye adım atmıştı. Yeni karısı, ona gerçek anlamda destek olan, hayatında huzur bulduğu kadındı. Çocukları, bu yeni evliliği kabullenmek şöyle dursun, hâlâ boşanma sırasındaki tatsızlıklardan dolayı onu suçluyorlardı.

Karl, tam da Kaan’la aralarının iyi olduğunu düşünürken, Yine asabi çıkışlarından birini yapmış ve son görüşmelerinde giderayak karısına hakaret etmişti. Kaan’ın öfkeyle sarf ettiği sözleri bir türlü unutamıyordu. “Kaan, karımdan özür dilemedikçe hiçbir şey düzelmez,” diye düşündü kendi kendine. Ama oğlundan bu yönde hiçbir adım gelmemişti. Tam aksine, her seferinde onu suçlayan, onun çocuklarını ihmal ettiğini iddia eden mesajlar geliyordu. Oglu, e-posta boyunca geçmişe dönüyor, babasının yaptığı seçimlerin ağırlığını anlatıyordu. “Kalbimi çok kırdın, bilmem bir daha onarabilir misin.” Son cümleleri, Karl’ın da kalbine saplandı.

Bilgisayarın ekranında parmaklarını gezdirdi, E-postaya cevap yazmayı düşündü. Ona vereceği cevap, yine içinden çıkamayacağı bir tartışmayı doğuracaktı. Koltuğunda doğrulup ekrandan gözlerini çekti. Karısı mutfaktan gelmiş, masaya tabakları yerleştiriyordu. Bir süre pencereden dışarı baktı. Dışarıda rüzgar evin duvarlarında uğulduyor, yaprakları dökülmüş ağaçları eğip sallıyordu. Bilgisayarın kapağını kapattı, ayağa kalkıp karısına yardım etmek için mutfağa yöneldi.

1 Ekim 2024 Salı

01) Bu Şehir - Montreal Hakkında


Bir şehri keşfetmek yeni bir hikâyeye adım atmak gibidir. Ben de size yeni yeni keşfetmeye başladığım bu şehirden bahsetmek istiyorum. Dışarıdan bakıldığında diğer büyük şehirlerden pek farklı görünmeyebilir. Montreal geniş caddeleri, göğe yükselen apartmanları, kalabalık kafeleri ve her köşesinde farklı dillerin yankılandığı sokaklarıyla, tipik bir metropol.    

Montreal’e ilk gelişim, bir yıl öncesine dayanıyor. O sıralar erkek arkadaşım, Montreal yakınlarında şirketin kurmakta olduğu bir fabrikanın ön çalışmaları nedeniyle buraya birkaç kez gelmişti. Her seferinde programı son anda belli olduğu için ona eşlik edememiştim. Ancak geçen yıl eylül ayında, sabahları yarım gün uzaktan çalışıp öğleden sonraları izinli olabileceğim bir düzen ayarlayarak, onunla buraya gelmiştim. O sekiz günlük ziyaret, Montreal’le ilk temasım olmuştu. O günler bir rüya gibi geçmişti. Sabahları, öğleye kadar çalışıyor, Zürih’te saatler 18:00’i geçince dışarı çıkıyor, her gün şehrin farklı lokantasında, öğle yemeğimi yiyip ardından müzeleri, galerileri geziyor, parklarda oturup resim yapıyordum. O kadar aktif bir haftaydı ki, bir klasik müzik konserine gitmeyi ve hafta sonunu Quebec City’de geçirmeye bile yetişmiştik. O yüzden bu şehre taşındığımızda, aslında ona tamamen yabancı değildim.

Ama yine de erkek arkadaşım buraya kalıcı transfer teklifi aldığında, gelip gelmeme konusunda tereddüt ettik ve süreci yokuşa sürmek için, transfer şartlarını olabildiğince yüksek tuttuk. Ama nihayetinde, istediğimiz yerde muhteşem bir rezidans daire, araba, sigorta ve cazip bir maaş teklifiyle geldiler ve biz taşınma fikrine kurbağaların soğuk suda yavaş yavaş ısınması gibi ısındık.  Bir de baktık ki günler günleri, aylar ayları kovalamış ve bu yılın mart ayında biz Montreal’deki daireyi seçmeye ve taşınma tarihini belirlemeye koyulmuşuz.

Kendini her fırsatta dünya vatandaşı olarak tanımlayan değişik ülkelerde yaşamış bir insan olarak, Montreal’e gelme konusunda neden bu kadar tereddüt ettim, bilemiyorum. Belki saat farkı, belki Avrupa’yla aramızdaki o büyük okyanus, belki de sevdiklerime uzak olma korkusu beni bu kadar düşündürdü. Ama nihayetinde kendimi ikna etmek için iki hikâyeye tutundum: Biri, kariyerimde bir mola verme ihtiyacı, diğeriyse uzun zamandır öğrenmeye fırsat bulamadığım Fransızcayı nihayet geliştirme arzusu.

Montreal maceramız işte böyle başladı. Bu satırları yazarken, penceremden Bonsecours Kilisesi'nin tepesindeki Meryem heykelini görüyorum; kollarını limana ve denizcilere açmış duruyor. Bonsecours Pazarı'nın kubbesi ise güneş ışığında gümüş gibi parıldıyor. Aşağıda, sokaklarda canlı bir hareketlilik var.

Evimizin yanından, Notre Dame Caddesi'ne çıkıp dümdüz yürüyerek on dakikada okuluma ulaşıyorum. Yol boyunca anayasa mahkemesi binasının önünden geçiyorum, ardından Jacques-Cartier Meydanı’na geldiğimde kaldırımda yürümeyi zorlaştıran turistlerle karşılaşıyorum. Turistler, ya devasa kruvazör gemileriyle limana yanaşmış ya da otobüsler gelmişler, bu saatlerde şehrin eski merkezini ve gözde bölgelerini gezmeye başlamışlar bile. Okuluma yaklaştıkça inşaat gürültüleri artıyor, etrafımda Fransızca, İngilizce ve bazen de İspanyolca konuşmalar yankılanıyor. Yol boyunca kafeler, marketler, iş yerleri sıralanmış; sabahları toplanmayı bekleyen çöpler, zaman zaman trafik sıkışıklığı ve bitmek bilmeyen yol çalışmaları bu sahneye eşlik ediyor.

Hâkimler beyaz yakalıkla siyah kıyafetleriyle, is kadınları topuklu ayakkabılarıyla, aceleyle, kendi dünyalarında yürüyorlar. Diğerleri ise çevreleriyle olan o ince bağı koparmamış; bir gülümsemeye karşılık veriyorlar, bir kapı tutuşa teşekkür ediyorlar ya da "İyi günler" diliyorlar. 

Bu şehri anlatacak çok şey olsa da, daha önce hiçbir şehirde görmediğim ve ilk defa burada karşılaştığım ve içimi burkan bir gerçeklikten söz etmek isterim: evsizler. Ancak, Paris’te ya da Washington D.C.’de gördüğümüz, korunaklı bir köşeye kıvrılmış, uyuyan evsizlerden söz etmiyorum. Bu insanlar, çoğu zaman kaldırımın tam da ortasında, başlarının altına kollarını yastık yapmaya bile gerek duymadan, gömlekleri sırtlarına kadar sıyrılmış, adeta bilinçsizce bayılmış gibi yatan evsizler. Uyanık olduklarındaysa sokaklarda, özellikle Saint Catherine Caddesi’nin bazı kesimlerinde, bağıra bağıra nutuk atar gibi hiç durmadan ama kulak verdiğinizde tamamen anlamsız cümlelerle konuşan insanlar bunlar. Bu görüntüler, bir bilimkurgu filminden fırlamış, fütüristik bir distopya sahnesini andırıyor.  İlginç bir sekilde, Netflix’te izlediğim "Sıcak Kafa" dizisini hatırlatıyor bana.

Kafama bir hayli taktığım için erkek arkadaşım bu durumu araştırdı. Bir zamanlar buralarda yaygın olan bir uyuşturucunun etkisiyle beyinleri hasar görmüş (o “yanmış” diyor) bu insanlar, şimdilerde kendi iç dünyalarında, paralel bir evrendeymiş gibi algıları çarpık yaşıyorlarmış.  

İstanbul’da çöpleri karıştıran sokak çocuklarına rastlamışlığım var elbette, ama onlar ya fakirlikten ya da bağımlılığın etkisinde olsalar bile, hâlâ hayata tutunuyordu, hala gerçekliğin bir parçasıydılar. Buradakilerse, başka bir gezegenin sakinleri gibi, iletişime kapalı, insan olmanın temel özelliklerinden yoksun bir şekilde dolanıyorlar.

Elbette Montreal’in güzelliklerinden de bahsedeceğim günler gelecek. Ancak şu an, bu ilk günlerimde bana en derinden dokunan şey, bu güzel ve zengin ülkede karşılaştığım bu tuhaf, gerçeküstü insan manzaraları oldu.