O kapıdan çıktığım an, hayatımın en büyük kararını aldıgımı bilmiyordum.
Merdivenlerden çıkınca, asansörün karşısındaki kapıdan dört rakamlı kodu girip büyük, geniş, açık planlı ofisimizin giriyorum. Şirketimiz sahip değiştirdiğinden beri o kapıdan her geçişimde içim daralıyor sanki. Atmosfer çok kötü ve her gün burayı bırakıp gitme planları yapıyorum.
Her adım, her seçim bir yöne doğru gidişi ya sağlamlaştırır ya zayıflatır, yönü değiştirir, yolu dolambaçlı hale getirir. İşte o adımlar, benim adımlarım, beni açık geniş ofisin köşesindeki mutfak alanına, kahve makinesine götürüyor. Işıltılı İtalyan espresso makinesinin altına fincanımı koyuyorum. Bir kahve alırsam sanki söyleyeceklerimi daha iyi toparlayacağım. Elimde daha önce Word’de yazdığım istifa dilekçesi var. Birden elimde bayrak gibi salladığım dilekçeden utanıyorum. Ne saçma ne gereksiz, "Önce konuşup, sonra dilekçeyi e-maille atsana be kızım." Yazıcıdan gizlice aldığım kâğıdı hatırlayınca cesaretim iyice kırılıyor ve hiçbir şey olmamış gibi kahvemle masama dönüyorum. Çıktıyı çantamın içine sokuşturuyorum. Öğleden sonra, birbiri ardına toplantılarla geçiyor. Henüz yöneticilik sorumluluğunu sindirememiş, bir genç yönetici büyük bir ciddiyetle ve işletme okulu jargonuyla, çalışanları daha fazla zorlayarak verimliliği nasıl artırabileceğimizi anlatıyor. Sözleri, şirketin yeni sahiplerinin karakterini kusursuzca yansıtan bir kibirle dolu. Onun bu kendinden emin tavrını izlerken, içimden yükselen gülme isteğini zor da olsa bastırıyorum.
Akşam hiçbir şey olmamış gibi ofisten ayrılıyorum. Tramvaya yürüyorum. Yağmur çiseliyor. Şemsiyem yok tabii ki, çünkü şemsiyeleri genelde tramvayda unuttuğum için artık işe giderken yanıma almıyorum. Tramvayda insanlar. Kim bilir onların hayatlarında neler oluyor? Kimler hangi kararları almak zorunda? Onlar da benim gibi tereddüt mü ediyorlar?
Eve geldiğimde kafamda dönen düşüncelerle arabaya atlayıp markete gidiyorum. Porscheler, Maseratiler sıralanmış. Benim arabam da onlardan biri. Düşünüyorum, gerçekten de bu mu başarı? Kariyerimin zirvesine çıkmış, tüketim dünyasının sunduğu üst düzey markalarla gardırobumu doldurmuş, dünyanın dört bir yanını gezmiş, farklı dillerde rüyalar görmüşüm, ama içimde bir boşluk var sanki.
Evde baldo pirincini tereyağıyla karıştırırken düşünüyorum: Siz kapıyı çarpar çıkarsınız, hayatınızda çalkantılar, dramlar yaşarsınız, tutkuyla bağlanır ya da nefret kusarsınız ama üç nesil sonra kimse bunları bilmez. Dedemin babası mesela, o kimdi? Bildiğim bir özelliği var mı? Ben doğduğumda hiçbiri yaşamıyormuş. Ne garip. Neyse ki Facebook var, bizim torunlarımızın çocuklarına kadar kalırsa onlar bizi bayağı yakından tanıyacak, yediğimiz yemeğe kadar bilecekler. "Oh, ne rahatlama!" deyip bir kahkaha atıyorum. Bir saati bile kalmamış bana. Oysa kolumdaki İsviçre saatim ne kadar değerli benim için. Torunuma saklayayım bari.
Savaşlar, göçler, kargaşa, doğa katliamı, küresel ısınma ve bir de saat bırakacağız üçüncü nesle. Dünyanın en iyi kalpli, en nazik insanlarının birer birer aramızdan ayrıldığı ve bizi buralarda sahipsiz bırakıp gittikleri hissine kapılıyorum. İşte bu sebeple kişisel tarihimiz bazen çok anlamsız geliyor. Her gece bir şeyleri değiştirme kararı alıp her gündüz risk almaktan kaçınan, hep güvenli olanı seçen bir kadın olduğum için kendime kızıyorum. Bu rahat yaşamı, bu arabayı, bu güzel semtteki güzel evimi, yaz kış sonbahar sürekli çıktığım seyahatleri bırakıp Fransa’da eski bir şato alıp çiftçiliğe mi başlayacağım? Üç nesil sonra torunlar, "Bu, ailemizin şatosu," deyip kendilerini Fransız asilzadesi mi zannedecek? Düşüncelerin komikliğine gülüyorum.
Zürih’in erkek egemen iş dünyasında kadın olarak yirmi beş yıldır ne kadar yorulduğumu, bu alternatifin beni mutlu etmeyeceğini biliyorum. Yüzümde bir gülümsemeyle yirmi beş yıl öncesini hatırlıyorum. İş görüşmesi için Zürih’e
gelmişim. Bu görüşme için Stockholm’den uçak biletimi alıp, davet edilmişim. Hayat tozpembe. UBS yatırım bankacılığının Opfikon’daki ofisindeki görüşme kısa sürmüş. Personel müdürü, kontratı ben gelmeden hazırlamış bile. Maaş Stockholm’de kazandığımın neredeyse üç katı. "Ben ve müdürüm de imzaladık, sadece senin imzan kaldı. Eve git, oku, düşün ve kararını bildir," demiş. O anki mutluluğumu tarif edecek kelime bulamıyorum, adeta ayaklarım yerden kesilmiş, bulutlara yaklaşmışım.
Yıllar çok güzel ve çok çabuk geçti ve yirmi beş yıl sonra tekrar bir yol ayrımındayım. İsviçre’ye taşınmam da böyle bir risk almak değil miydi? Bankacılıkta geçirdiğim yıllar bana çok şey öğretti, ama içimdeki ses artık değişim zamanının geldiğini söylüyor. Oğlum büyürken güvenli olanı seçmenin bir mantığı vardı, ama şimdi hayatımı artık sadece maddi başarılarla, büyük kariyerlerle ölçmek bana yetmiyor. Artık yeni şeyler yapma vakti geldi.
Hiç korkmuyorum. Ertesi sabah işten ayrılma dilekçemi imzalayıp, bu sefer içimde huzurla o kapıdan çıkıyorum. Belki birkaç nesil sonra ben de hatırlanmayacağım ama, en azından kendi hikâyemi değiştirmek için adım attım.
Dışarıda yine hafif bir yağmur çiseliyor ve ben kocaman gülümsüyorum. Yen hayatımın getirecekleriyle karşılaşmaya hazırım.