Profil

Fotoğrafım
Ekim 2024'de yazmaya başladığım hikayelerimi ve yaptığım resimlerden bazılarını burada topladım. - - - I have gathered here the stories I started writing in October 2024, as well as some of my paintings. - - - J'ai rassemblé ici les histoires que j'ai commencées à écrire en octobre 2024, ainsi que quelques-unes de mes peintures.

1 Ekim 2024 Salı

01) Bu Şehir - Montreal Hakkında


Bir şehri keşfetmek yeni bir hikâyeye adım atmak gibidir. Ben de size yeni yeni keşfetmeye başladığım bu şehirden bahsetmek istiyorum. Dışarıdan bakıldığında diğer büyük şehirlerden pek farklı görünmeyebilir. Montreal geniş caddeleri, göğe yükselen apartmanları, kalabalık kafeleri ve her köşesinde farklı dillerin yankılandığı sokaklarıyla, tipik bir metropol.    

Montreal’e ilk gelişim, bir yıl öncesine dayanıyor. O sıralar erkek arkadaşım, Montreal yakınlarında şirketin kurmakta olduğu bir fabrikanın ön çalışmaları nedeniyle buraya birkaç kez gelmişti. Her seferinde programı son anda belli olduğu için ona eşlik edememiştim. Ancak geçen yıl eylül ayında, sabahları yarım gün uzaktan çalışıp öğleden sonraları izinli olabileceğim bir düzen ayarlayarak, onunla buraya gelmiştim. O sekiz günlük ziyaret, Montreal’le ilk temasım olmuştu. O günler bir rüya gibi geçmişti. Sabahları, öğleye kadar çalışıyor, Zürih’te saatler 18:00’i geçince dışarı çıkıyor, her gün şehrin farklı lokantasında, öğle yemeğimi yiyip ardından müzeleri, galerileri geziyor, parklarda oturup resim yapıyordum. O kadar aktif bir haftaydı ki, bir klasik müzik konserine gitmeyi ve hafta sonunu Quebec City’de geçirmeye bile yetişmiştik. O yüzden bu şehre taşındığımızda, aslında ona tamamen yabancı değildim.

Ama yine de erkek arkadaşım buraya kalıcı transfer teklifi aldığında, gelip gelmeme konusunda tereddüt ettik ve süreci yokuşa sürmek için, transfer şartlarını olabildiğince yüksek tuttuk. Ama nihayetinde, istediğimiz yerde muhteşem bir rezidans daire, araba, sigorta ve cazip bir maaş teklifiyle geldiler ve biz taşınma fikrine kurbağaların soğuk suda yavaş yavaş ısınması gibi ısındık.  Bir de baktık ki günler günleri, aylar ayları kovalamış ve bu yılın mart ayında biz Montreal’deki daireyi seçmeye ve taşınma tarihini belirlemeye koyulmuşuz.

Kendini her fırsatta dünya vatandaşı olarak tanımlayan değişik ülkelerde yaşamış bir insan olarak, Montreal’e gelme konusunda neden bu kadar tereddüt ettim, bilemiyorum. Belki saat farkı, belki Avrupa’yla aramızdaki o büyük okyanus, belki de sevdiklerime uzak olma korkusu beni bu kadar düşündürdü. Ama nihayetinde kendimi ikna etmek için iki hikâyeye tutundum: Biri, kariyerimde bir mola verme ihtiyacı, diğeriyse uzun zamandır öğrenmeye fırsat bulamadığım Fransızcayı nihayet geliştirme arzusu.

Montreal maceramız işte böyle başladı. Bu satırları yazarken, penceremden Bonsecours Kilisesi'nin tepesindeki Meryem heykelini görüyorum; kollarını limana ve denizcilere açmış duruyor. Bonsecours Pazarı'nın kubbesi ise güneş ışığında gümüş gibi parıldıyor. Aşağıda, sokaklarda canlı bir hareketlilik var.

Evimizin yanından, Notre Dame Caddesi'ne çıkıp dümdüz yürüyerek on dakikada okuluma ulaşıyorum. Yol boyunca anayasa mahkemesi binasının önünden geçiyorum, ardından Jacques-Cartier Meydanı’na geldiğimde kaldırımda yürümeyi zorlaştıran turistlerle karşılaşıyorum. Turistler, ya devasa kruvazör gemileriyle limana yanaşmış ya da otobüsler gelmişler, bu saatlerde şehrin eski merkezini ve gözde bölgelerini gezmeye başlamışlar bile. Okuluma yaklaştıkça inşaat gürültüleri artıyor, etrafımda Fransızca, İngilizce ve bazen de İspanyolca konuşmalar yankılanıyor. Yol boyunca kafeler, marketler, iş yerleri sıralanmış; sabahları toplanmayı bekleyen çöpler, zaman zaman trafik sıkışıklığı ve bitmek bilmeyen yol çalışmaları bu sahneye eşlik ediyor.

Hâkimler beyaz yakalıkla siyah kıyafetleriyle, is kadınları topuklu ayakkabılarıyla, aceleyle, kendi dünyalarında yürüyorlar. Diğerleri ise çevreleriyle olan o ince bağı koparmamış; bir gülümsemeye karşılık veriyorlar, bir kapı tutuşa teşekkür ediyorlar ya da "İyi günler" diliyorlar. 

Bu şehri anlatacak çok şey olsa da, daha önce hiçbir şehirde görmediğim ve ilk defa burada karşılaştığım ve içimi burkan bir gerçeklikten söz etmek isterim: evsizler. Ancak, Paris’te ya da Washington D.C.’de gördüğümüz, korunaklı bir köşeye kıvrılmış, uyuyan evsizlerden söz etmiyorum. Bu insanlar, çoğu zaman kaldırımın tam da ortasında, başlarının altına kollarını yastık yapmaya bile gerek duymadan, gömlekleri sırtlarına kadar sıyrılmış, adeta bilinçsizce bayılmış gibi yatan evsizler. Uyanık olduklarındaysa sokaklarda, özellikle Saint Catherine Caddesi’nin bazı kesimlerinde, bağıra bağıra nutuk atar gibi hiç durmadan ama kulak verdiğinizde tamamen anlamsız cümlelerle konuşan insanlar bunlar. Bu görüntüler, bir bilimkurgu filminden fırlamış, fütüristik bir distopya sahnesini andırıyor.  İlginç bir sekilde, Netflix’te izlediğim "Sıcak Kafa" dizisini hatırlatıyor bana.

Kafama bir hayli taktığım için erkek arkadaşım bu durumu araştırdı. Bir zamanlar buralarda yaygın olan bir uyuşturucunun etkisiyle beyinleri hasar görmüş (o “yanmış” diyor) bu insanlar, şimdilerde kendi iç dünyalarında, paralel bir evrendeymiş gibi algıları çarpık yaşıyorlarmış.  

İstanbul’da çöpleri karıştıran sokak çocuklarına rastlamışlığım var elbette, ama onlar ya fakirlikten ya da bağımlılığın etkisinde olsalar bile, hâlâ hayata tutunuyordu, hala gerçekliğin bir parçasıydılar. Buradakilerse, başka bir gezegenin sakinleri gibi, iletişime kapalı, insan olmanın temel özelliklerinden yoksun bir şekilde dolanıyorlar.

Elbette Montreal’in güzelliklerinden de bahsedeceğim günler gelecek. Ancak şu an, bu ilk günlerimde bana en derinden dokunan şey, bu güzel ve zengin ülkede karşılaştığım bu tuhaf, gerçeküstü insan manzaraları oldu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder