Bir
şehri keşfetmek yeni bir hikâyeye adım atmak gibidir. Ben de size yeni yeni
keşfetmeye başladığım bu şehirden bahsetmek istiyorum. Dışarıdan bakıldığında
diğer büyük şehirlerden pek farklı görünmeyebilir. Montreal geniş
caddeleri,
göğe yükselen apartmanları, kalabalık kafeleri ve her köşesinde farklı dillerin
yankılandığı sokaklarıyla, tipik bir metropol.
Montreal’e
ilk gelişim, bir yıl öncesine dayanıyor. O sıralar erkek arkadaşım, Montreal
yakınlarında şirketin kurmakta olduğu bir fabrikanın ön çalışmaları nedeniyle
buraya birkaç kez gelmişti. Her seferinde programı son anda belli olduğu için
ona eşlik edememiştim. Ancak geçen yıl eylül ayında, sabahları yarım gün
uzaktan çalışıp öğleden sonraları izinli olabileceğim bir düzen ayarlayarak, onunla
buraya gelmiştim. O sekiz günlük ziyaret, Montreal’le ilk temasım olmuştu. O
günler bir rüya gibi geçmişti. Sabahları, öğleye kadar çalışıyor, Zürih’te
saatler 18:00’i geçince dışarı çıkıyor, her gün
şehrin farklı lokantasında, öğle yemeğimi yiyip ardından müzeleri, galerileri
geziyor, parklarda oturup resim yapıyordum. O kadar aktif bir haftaydı ki, bir klasik
müzik konserine gitmeyi ve hafta sonunu Quebec City’de geçirmeye bile yetişmiştik.
O yüzden bu şehre taşındığımızda, aslında ona tamamen yabancı değildim.
Ama
yine de erkek arkadaşım buraya kalıcı transfer
teklifi aldığında, gelip gelmeme konusunda tereddüt ettik ve süreci yokuşa
sürmek için, transfer şartlarını olabildiğince yüksek tuttuk. Ama nihayetinde,
istediğimiz yerde muhteşem bir rezidans daire, araba, sigorta ve cazip bir maaş
teklifiyle geldiler ve biz taşınma fikrine kurbağaların soğuk suda yavaş yavaş
ısınması gibi ısındık. Bir de baktık ki
günler günleri, aylar ayları kovalamış ve bu yılın mart ayında biz
Montreal’deki daireyi seçmeye ve taşınma tarihini belirlemeye koyulmuşuz.
Kendini her fırsatta dünya vatandaşı
olarak tanımlayan değişik ülkelerde yaşamış bir insan olarak, Montreal’e gelme
konusunda neden bu kadar tereddüt ettim, bilemiyorum. Belki saat farkı, belki
Avrupa’yla aramızdaki o büyük okyanus, belki de sevdiklerime uzak olma korkusu
beni bu kadar düşündürdü. Ama nihayetinde kendimi ikna etmek için iki hikâyeye
tutundum: Biri, kariyerimde bir mola verme ihtiyacı, diğeriyse uzun zamandır
öğrenmeye fırsat bulamadığım Fransızcayı nihayet geliştirme arzusu.
Montreal maceramız işte böyle
başladı. Bu satırları yazarken, penceremden Bonsecours Kilisesi'nin tepesindeki
Meryem heykelini görüyorum; kollarını limana ve denizcilere açmış duruyor.
Bonsecours Pazarı'nın kubbesi ise güneş ışığında gümüş gibi parıldıyor. Aşağıda,
sokaklarda canlı bir hareketlilik var.
Evimizin yanından, Notre Dame
Caddesi'ne çıkıp dümdüz yürüyerek on dakikada okuluma ulaşıyorum. Yol boyunca
anayasa mahkemesi binasının önünden geçiyorum, ardından Jacques-Cartier
Meydanı’na geldiğimde kaldırımda yürümeyi zorlaştıran turistlerle karşılaşıyorum.
Turistler, ya devasa kruvazör gemileriyle limana yanaşmış ya da otobüsler
gelmişler, bu saatlerde şehrin eski merkezini ve gözde bölgelerini gezmeye başlamışlar
bile. Okuluma yaklaştıkça inşaat gürültüleri artıyor, etrafımda Fransızca,
İngilizce ve bazen de İspanyolca konuşmalar yankılanıyor. Yol boyunca kafeler,
marketler, iş yerleri sıralanmış; sabahları toplanmayı bekleyen çöpler, zaman
zaman trafik sıkışıklığı ve bitmek bilmeyen yol çalışmaları bu sahneye eşlik
ediyor.
Hâkimler beyaz yakalıkla siyah
kıyafetleriyle, is kadınları topuklu ayakkabılarıyla, aceleyle, kendi
dünyalarında yürüyorlar. Diğerleri ise çevreleriyle olan o ince bağı
koparmamış; bir gülümsemeye karşılık veriyorlar, bir kapı tutuşa teşekkür
ediyorlar ya da "İyi günler" diliyorlar.
Bu şehri anlatacak çok şey olsa da, daha önce hiçbir şehirde görmediğim ve ilk defa burada
karşılaştığım ve içimi burkan bir gerçeklikten söz etmek isterim: evsizler.
Ancak, Paris’te ya da Washington D.C.’de gördüğümüz,
korunaklı bir köşeye kıvrılmış, uyuyan evsizlerden söz etmiyorum. Bu insanlar, çoğu zaman kaldırımın tam da ortasında,
başlarının altına kollarını yastık yapmaya bile gerek duymadan, gömlekleri
sırtlarına kadar sıyrılmış, adeta bilinçsizce bayılmış gibi yatan evsizler.
Uyanık olduklarındaysa sokaklarda, özellikle Saint
Catherine Caddesi’nin bazı kesimlerinde, bağıra bağıra nutuk
atar gibi hiç durmadan ama kulak verdiğinizde tamamen anlamsız cümlelerle
konuşan insanlar bunlar. Bu görüntüler, bir bilimkurgu filminden fırlamış,
fütüristik bir distopya sahnesini andırıyor.
İlginç bir sekilde, Netflix’te izlediğim "Sıcak Kafa" dizisini
hatırlatıyor bana.
İstanbul’da çöpleri karıştıran sokak
çocuklarına rastlamışlığım var elbette, ama onlar ya fakirlikten ya da
bağımlılığın etkisinde olsalar bile, hâlâ hayata tutunuyordu, hala
gerçekliğin bir parçasıydılar. Buradakilerse, başka bir gezegenin sakinleri
gibi, iletişime kapalı, insan olmanın temel özelliklerinden yoksun bir şekilde
dolanıyorlar.
Elbette
Montreal’in güzelliklerinden de bahsedeceğim günler gelecek. Ancak şu an, bu
ilk günlerimde bana en derinden dokunan şey, bu güzel ve zengin ülkede
karşılaştığım bu tuhaf, gerçeküstü insan manzaraları oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder