Profil

Fotoğrafım
Ekim 2024'de yazmaya başladığım hikayelerimi ve yaptığım resimlerden bazılarını burada topladım. - - - I have gathered here the stories I started writing in October 2024, as well as some of my paintings. - - - J'ai rassemblé ici les histoires que j'ai commencées à écrire en octobre 2024, ainsi que quelques-unes de mes peintures.

29 Aralık 2024 Pazar

10) Olağanüstü bir akşam üzeri (Montreal’de Bir Yıl: 1. Bölüm)


Sofia, karanlık ve ıslak akşamda St. Huber Caddesi'nde ilerlerken silecekleri tam hızda çalışıyordu. ‘Off Ne korkunç bir yağmur!’ Şehir yağmura teslim olmuş, yollar, lambaların ışığını yansıtan ıslak aynalara dönüşmüştü. Garaj kapısını uzaktan kumandayla açıp Eski Limanı'na bakan apartmanının otoparkına girdiğinde derin bir nefes aldı. ‘Ne korkunç bir yağmur bu ya!’. Sofia Montreal’e taşınalı iki ay olmuş, korkutulduğu soğuklar bir türlü gelmemişti. Hatta Ekim ayı alışılmadık şekilde sıcak ve güneşli geçmiş, bugün ne olduysa, şiddetli tropik bir yağmur başlamış ve gün boyu dinmeden devam etmişti.

Saab Cabrio’yu garajdaki yerine park etti. Sevgilisi Charles bu emektar güzelliği Quebec’de bulup almış ve Sofia’nın yüzündeki mutluluğu hayal ederek deri koltuklarını özenle temizleyip, kaportasını cilalamıştı.

Sofia, arabanın kapısını açtı, alçak arabadan inmeden önce her iki ayağını yere koydu ve kalkarken sırtında bir ağrı hissetti. Henüz yaşlı sayılmazdı; önümüzdeki ay elli beş yaşına girecekti, ancak son zamanlarda sırtında, boynunda ve dizlerindeki ağrılarla mücadele ediyordu. Son yıllarda ardı ardına yaşadığı sağlık sorunları onu tanrılar dünyasından ölümlüler dünyasına zorunlu iniş yaptırmıştı. Genetik mirası iç organların fazlasıyla yormuş olsa da dış güzelliğine yaşlandıkça güzellik katmış, zarif, çekici ve sofistike görüntüsü çocukluğundaki silik ve utangaç kızı, hoş bir hanımefendiye çevirmişti.

Sürücü koltuğunu öne çekip arka koltuktan, geçen yıl Venedik’ten aldığı yeşil deri sırt çantasıyla küçük el çantasını aldı. Sevgilisinin de ısrarıyla, sırtını korumak için son bir yıldır sırt çantası kullanıyordu.  Çantasında sadece dizüstü bilgisayarı ve gerekli birkaç eşya vardı. Sofia bir ruj ve ufak boy parfümü dışında makyaj malzemesi de taşımazdı.  Eskiden olsa kocaman el çantaları kullanır, hiçbir yeri de ağrımazdı. O zamanlar çantalarının içinde ne olduğunu dahi bilmezdi, hatta Tanrı’nın bile bilemediği şeyler çıkardı çantadan. Eski eşi Daniel, ona "Woopy çantası" diyerek gülerdi. Woopy, Daniel’in çocukken izlediği bir çocuk televizyon programındaki sihirbaz karaktermiş ve çantasından her türlü şeyi çıkarmasıyla ünlüymüş.

Sekizinci katta yaşıyorlardı. Merdivenle çıkmayı denememişti bile. Oysa bacak ve kalp kasları için mükemmel bir idman olabilirdi. Kanada’da kısa süre kalacakları konusunda hem fikir oldukları için, mobilyalı bir rezidans kiralamışlardı. Lobi, yüzme havuzu, spor salonu, sauna gibi konfor alanları sayesinde, Avrupa’da alışık olmadıkları bir lüksün tadını çıkarıyorlardı.

Sofia, kariyer hayatına adım attığından beri hep kendi evinde oturmuştu. Hatta, ev alıp satarak iyi bir birikim de elde etmiş ve emlak işinden fazlasıyla keyif aldığı halde bunu bir süreliğine bir kenara bırakıp, sevgilisinin kariyerine öncelik sağlayabilmek ve kendisi de son zamanlarda moda olduğu üzere “ortam değiştirmek amacıyla” Kanada’ya gelmişti.

Kanada aslında Sofia gibi bir Avrupalı için fazlasıyla Amerikanvari bir yerdi. Hatta Quebec Fransızcası bir Amerikalının Fransızca konuşması gibi duyuluyordu. Normalde Amerikanlaşmış hiçbir şeyden pek haz almasa da burada kalıcı olmadıklarını bildiği için kendini gayet rahat hissediyordu.

Asansör kapıları sekizinci katta aralandı. Yan komşunun kapısı açık, kapının önü bavul ve alışveriş poşeti doluydu. Eşyaları içeri taşıyan çiftten, altmış beş yaşlarındaki beyaz kısa saçlı, ufak tefek kadınla daha evvel karşılaşmıştı. Kadına göre fazla iri yarı, şişman ve dağınık saçlı olan kocasını ilk defa görüyordu. Zaten bu kattaki altı daireden, ikisi dışında, diğerlerinde kimlerin oturduğu hakkında hiçbir bilgisi yoktu.

Yaşlı çift, ayaküstü kendilerini tanıtıp genellikle şehir dışındaki ikinci evlerinde kaldıklarını, buraya da iki haftada bir iş için uğradıklarını anlattılar. Sofia’nın İsviçreli olduğunu öğrenince de kapıyı kapattıktan on dakika sonra adam kapıyı çalmış, o çekinerek açtığında, ona öğrendiği Almanca bir cümleyi söylemişti. Az bir temasları olmasına rağmen, hoş insanlar oldukları aşikârdı.

Sofia, kendini güvende hissettiği halde, bu evde de kapıyı kilitlerdi. Binanın ana giriş kapıları sürekli kilitli olsa da yemek servisi ve paket teslimatı yapan insanlar, aşağıdan zile basıyor, daire sahiplerinin, yukarından kapıyı açmasıyla, rahatlıkla binaya girip çıkıyorlardı. Bir de bu şehirde çok evsiz vardı ve bu teslimatlar sırasında sıcak lobiye girmek isteyebilirlerdi. Sofia, kafasında sonsuz sayıda felaket teorisi üretme yetisine sahip olduğundan, bir de yan komşu kapıyı çalıverince, yaşadığı çarpıntıdan dolayı kapıyı kilitli tutmanın ne kadar mantıklı olduğuna bir kere daha kanaat getirdi.

Charles, Granby'deki bir fabrikada çalıştığı için genellikle eve Sofia'dan bir ya da iki saat sonra gelirdi. O süre zarfında Sofia, evi toparlar ya da spor salonuna giderdi. Ekim akşamında yoğun yağmurun etkisiyle de, hava iyiden iyiye kararmış, Bonsecours Pazarı'nın gümüş kubbesi, batan güneşin, bulutların arasından bulduğu küçük açıklıktan sızdırdığı son ışıklarıyla pırıl pırıl parlıyordu.

Avrupa'ya döndüklerinde bir hatıra olarak yanlarında götürebilecekleri bir şekilde bu manzarayı tuvale aktarmaya başlamıştı. Tuval şövale üzerinde yarım kalmış duruyordu ve Sofia, birkaç haftadır bir türlü resme devam edemiyordu. Genellikle portre yapmayı tercih ederdi. Karşısındaki gibi gereğinden fazla ayrıntılı kompozisyonlarda, detaylarda boğulup ilerleyemediği için bu tür resimlerden uzak dururdu.

Salonda ve yatak odasında uçsuz bucaksız manzarayı bir tablo gibi hapseden tavandan yere kadar inen pencereler bu dairenin birçok güzel özelliğinden biriydi. Işıkları yakıp pencere kenarında soyunmadığı sürece içeriyi gören olmadığından, duştan çıktığında ya da giyinirken rahatça dolaşabiliyordu. Zaten hafif bir eksibisyonist yanı da vardı ve evde çıplak dolaşmaktan çekinmezdi. Şimdi iş kıyafetlerini çıkarıp şortunu giydi ve yoga matına oturup manzarayı seyretmeye koyuldu. Spor yapmış gibi hissetmek için de dambılları eline alıp isteksizce bir iki indirip kaldırdı. Derken kapının kilidi döndü ve Sofia koridora sevgilisini kapıda karşılamaya koştu. Sıcacık sarılıp öpüştüler.

Charles yorgundu. Sabah işe gitmek için arabasına binecekken, ön camındaki kocaman çatlağı fark etmiş, aynı zamanda camda bir not bulmuştu. Polis notta suçluyu yakalıklarını, bu kişinin 20 başka arabanın daha camını kırdığını ancak hiçbir şey çalmadan polise teslim olduğunu bildirmişti. “Hadi ya, niye böyle bir şey yapmış ki?” diye lafa girdi Sofia. Sonra da sorusuna kendi cevap verir gibi “Evsizlerden olmasın? Kış yaklaşırken hapiste daha rahat edeceğini düşünmüş olabilir.”. Charles başını sallayarak onu onayladı. İş arkadaşları da aynı sonuca varmıştı. Trajik bir durumdu aslında. Sofia bir buzdolabından bir şişe Chardonnay çıkarıp iki kadehe eşit paylaştırırdı. Sonra da birini Charles’a verip, gözlerinin içine bakarak “Santé” dedi. “Boş ver. İyi bir iş yapmışsın gibi düşün. Yalnız bu çok dekadan bir çare. Düşünsene, yirmi araç sahibi ayni senin gibi bugün sabah camlarındaki çatlağı görüp canları sıkılarak güne başladı, polis şubesine gidip hasar hakkındaki evrakları tamamladılar, sigorta şirketlileriyle görüştüler, tamirhaneden randevu aldılar, bir sürü zahmet, zaman ve para kaybı.”. Charles’ın içindeki sıkıntı, Sofia’nın sözleriyle ve dudaklarında şarabin tadıyla dağılmış, keyfi yerine gelmişti.


12 Aralık 2024 Perşembe

09) Bir Hayat Yolculuğu

 


O güzel insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Yaşar Kemal’in o meşhur sözündeki gibi, dünyanın en iyi kalpli, en nazik insanları birer birer aramızdan ayrıldılar ve bizi buralarda sahipsiz bıraktılar.

Bu güzel, bu olağanüstü insanlardan biri Hüseyin Bey, 1935’te İran’ın Hazar Denizi yakınlarındaki Raşt kentinde, fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve daha çocuk yaştayken bir terzinin yanında çıraklığa başlamıştı. O terzi Azeri’ydi. Bu da ona terzilik sanatında ustalaşırken, aynı zamanda Azerice öğrenme fırsatı sağlamıştı.

1962 yılında, Raşt’ta Mükerrem Hanımla evlenmişti. Mükerrem Hanım, kendisine "Muki Hanım" dedirtirdi. Belki çok güzel bir kadın olmadığı için, belki de yirmi dokuz yaşını doldurmuş ve o yıllarda artık evde kalmış sayılacağı için bu fakir terziyle hayatını birleştirmişti. Yaşıtı birçok kadının yapmadığını yapmış, hemen ehliyet almış ve bir de araba alıp, araç kullanmayan eşinin her işine koşmuş, ekonomi bilgisiyle eşinin sanatçı ruhuna destek olmuştu. Hüseyin Bey Tahran’a taşındıktan sonra işlerini büyütmüş, yanına çalışanlar almış ve kısa süre içinde Tahran’ın en saygın terzilerinden biri haline gelmişti. Üç katlı bir dikimevi açmış, Şah Pehlevi’nin çevresindeki siyasi erkânın eşlerine kıyafetler dikmişti. Tüm başarılarına rağmen, hayatı boyunca mütevazılığını ve nezaketini asla kaybetmeyecekti.

Ancak İran İslam Devrimi, onların hayatını değiştirecekti. 1979’da bir kurtuluş hareketi gibi başlamış, ama seksenlerde mollaların ahlak polislerinin tacizleri bu çifti ve onlar gibi bir çok seküler vatandaşı yaşamından bezdirmişti. Kadın kıyafetleri diktiği için, Hüseyin Bey’in dükkânını defalarca basıp onu aşağılamışlar, ona çok sert ve ahlaksız ithamlarda bulunmuşlardı. Bu baskılarla adamcağızın içindeki hayat ışığını söndürmüşlerdi. O, kimseye zarar vermeyen, dünya üzerindeki tüm iyilikleri üzerinde toplayan bir insan olduğu halde, bu baskıcı uygulamalar, onu vatanından uzaklaşmaya zorlamıştı.

Devrimin ilk yıllarında oğlunu ve kızını eğitim için İsveç’e göndermişti. Daha sonra kızı evlenip Amerika’ya taşınmış sonunda Hüseyin Bey de eşiyle birlikte Amerika’ya, kızının yakınına, Virginia eyaletine göç etmek zorunda kalmıştı. Ancak İran’da son on iki yılda yaşadıklarını kalbinde hep bir yara olarak taşımış ve cenazesinin bile İran’a götürülmesini istemediğini vasiyet etmişti.

1992’de Amerika’ya taşındıklarında Hüseyin Bey elli yedi, Muki Hanımsa elli dokuz yaşındaydı. Virginia, Fairfax’taki küçük apartman dairelerinin balkonunda kuşlara yem verirler, Muki Hanım Amerika’da aldığı küçük arabayla alışverişleri yapar, Hüseyin Bey, iki odalı bu küçük dairenin bir odasını dönüştürdüğü dikiş atölyesinde akşamları İranlı topluluğa gece kıyafetleri diker, sabahları ise Afgan bir terzinin yanında birkaç saat çalışarak kıyafetlere ufak düzeltmeler yapardı. Hayat yolculuğu onları zirvelere çıkarmış, ardından bu mütevazı apartman dairesine hapsetmişti.

O, sadece bir terzi değil, yaratıcı bir tasarımcıydı. Aynı zamanda işinde bir ustaydı. Oğlu evleneceği zaman, gelininin beğendiği bir gelinlik modelini, yalnızca resmini ve gelininin ölçülerini isteyerek, dikivermişti. Düğünden birkaç gün önce Amerika’dan Stockholm’e geldiğinde, gelinlik genç kadının üzerine tam oturmuştu. Bunu da kendi ustalığına ve olağanüstü becerisine değil, genç kadının düzgün fiziğine bağlamıştı. Gelinine daha sonra ceketler, mantolar, elbiseler dikecek, bunları saatlerini alan emeklerinin meyvesi değilmiş de basit bir şeymiş gibi verip, karşılığında bir teşekkürü bile utanarak kabul edecekti.

Gelininin Türk olması onu ayrıca mutlu ediyordu. Onu kendi kızı gibi sevmiş, çıraklık yıllarında öğrendiği Azeri Türkçesi geliniyle konuşmaktan her zaman büyük mutluluk duymuştu. Kelimelerin tam Türkçe karşılıklarını bilmemesi kendi kusuruymuş gibi utanır sıkılır ama yüzünden o sıcak gülümsemesini hiç eksik etmezdi.

Virginia’da yirmi yıl yaşadılar. Bir emeklilik birikimleri olmadığı için Hüseyin Bey 77 yaşına kadar çalıştı, hiçbir zaman da halinden yakınmadı. Sabahları boynundaki Hz. Ali madalyonunu iki eliyle tutar dua eder, sonra işinin başına geçer akşama kadar dikiş dikerdi. Dindar bir insan olmasına rağmen asla tutucu değildi. Erkek torunu iki kulağını birden deldirmek istediğinde, onu İran Ermenisi bir kuyumcuya götürüp kulaklarını deldirmiş ve ilk küpelerini kendisi almıştı.

Son yıllarında, yaşam bu çifti dünyanın iki ucuna savurdu. Hüseyin Bey hastalandı ve son derece problemli olan damadına hiç tahammül edemediği halde, biraz da çaresizlikten Beverly Hills’de, kızının ve damadının yanına taşındı, son yıllarını orada geçirdi. Eşi Muki Hanımsa ülkesine Tahran’a döndü. Oglu ve torunu Avrupa’da kaldılar. Dünyaya pirinç taneleri gibi yayılıp yalnız başına ölmek bu ülkenin iyi insanlarının kaderi oldu ve olmaya devam edecek.

Eylül 2020’de Hüseyin Bey, seksen beş yaşında Los Angeles’ta, Ekim 2024’de Muki Hanım, doksan yaşında Tahran’da aramızdan ayrıldılar.

Hüseyin Bey son yolculuğuna uğurlandığında, arkasında sadece o muhteşem kıyafetleri değil, hiç karşılık beklemeden verdiği sevgisini, hep gülümseyerek yaşamayı, iyiliğe de kötülüğe de daima iyilikle karşılık veren yaşam felsefesini bıraktı.

Her ikisini de hep gözlerimde yaşlarla, özlemle anarım. İran halkının güzelliğini ve bu komşu kadim devletin üzücü kaderini düşünüp duygulanırım.