Sofia,
karanlık ve ıslak akşamda St. Huber Caddesi'nde ilerlerken silecekleri tam
hızda çalışıyordu. ‘Off Ne korkunç bir yağmur!’ Şehir yağmura teslim olmuş,
yollar, lambaların ışığını yansıtan ıslak aynalara dönüşmüştü. Garaj kapısını
uzaktan kumandayla açıp Eski Limanı'na bakan apartmanının otoparkına girdiğinde
derin bir nefes aldı. ‘Ne korkunç bir yağmur bu ya!’. Sofia Montreal’e taşınalı iki ay olmuş, korkutulduğu
soğuklar bir türlü gelmemişti. Hatta Ekim ayı alışılmadık şekilde sıcak ve
güneşli geçmiş, bugün ne olduysa, şiddetli tropik bir yağmur başlamış ve gün
boyu dinmeden devam etmişti.
Saab
Cabrio’yu garajdaki yerine park etti. Sevgilisi Charles bu emektar güzelliği
Quebec’de bulup almış ve Sofia’nın yüzündeki mutluluğu hayal ederek deri
koltuklarını özenle temizleyip, kaportasını cilalamıştı.
Sofia,
arabanın kapısını açtı, alçak arabadan inmeden önce her iki ayağını yere koydu
ve kalkarken sırtında bir ağrı hissetti. Henüz yaşlı sayılmazdı; önümüzdeki ay elli
beş yaşına girecekti, ancak son zamanlarda sırtında, boynunda ve dizlerindeki
ağrılarla mücadele ediyordu. Son yıllarda ardı ardına yaşadığı sağlık sorunları
onu tanrılar dünyasından ölümlüler dünyasına zorunlu iniş yaptırmıştı. Genetik
mirası iç organların fazlasıyla yormuş olsa da dış güzelliğine yaşlandıkça
güzellik katmış, zarif, çekici ve sofistike görüntüsü çocukluğundaki silik ve
utangaç kızı, hoş bir hanımefendiye çevirmişti.
Sürücü
koltuğunu öne çekip arka koltuktan, geçen yıl Venedik’ten aldığı yeşil deri
sırt çantasıyla küçük el çantasını aldı. Sevgilisinin de ısrarıyla, sırtını
korumak için son bir yıldır sırt çantası kullanıyordu. Çantasında sadece dizüstü bilgisayarı ve gerekli
birkaç eşya vardı. Sofia bir ruj ve ufak boy parfümü
dışında makyaj malzemesi de taşımazdı.
Eskiden olsa kocaman el çantaları kullanır, hiçbir yeri de ağrımazdı. O
zamanlar çantalarının içinde ne olduğunu dahi bilmezdi, hatta Tanrı’nın bile
bilemediği şeyler çıkardı çantadan. Eski eşi Daniel, ona "Woopy
çantası" diyerek gülerdi. Woopy, Daniel’in çocukken izlediği bir çocuk
televizyon programındaki sihirbaz karaktermiş ve çantasından her türlü şeyi
çıkarmasıyla ünlüymüş.
Sekizinci
katta yaşıyorlardı. Merdivenle çıkmayı denememişti bile. Oysa bacak ve kalp
kasları için mükemmel bir idman olabilirdi. Kanada’da kısa süre kalacakları
konusunda hem fikir oldukları için, mobilyalı bir rezidans kiralamışlardı. Lobi,
yüzme havuzu, spor salonu, sauna gibi konfor alanları sayesinde, Avrupa’da
alışık olmadıkları bir lüksün tadını çıkarıyorlardı.
Sofia,
kariyer hayatına adım attığından beri hep kendi evinde oturmuştu. Hatta, ev
alıp satarak iyi bir birikim de elde etmiş ve emlak işinden fazlasıyla keyif
aldığı halde bunu bir süreliğine bir kenara bırakıp, sevgilisinin kariyerine
öncelik sağlayabilmek ve kendisi de son zamanlarda moda olduğu üzere “ortam
değiştirmek amacıyla” Kanada’ya gelmişti.
Kanada
aslında Sofia gibi bir Avrupalı için fazlasıyla Amerikanvari bir yerdi. Hatta
Quebec Fransızcası bir Amerikalının Fransızca konuşması gibi duyuluyordu.
Normalde Amerikanlaşmış hiçbir şeyden pek haz almasa da burada kalıcı olmadıklarını
bildiği için kendini gayet rahat hissediyordu.
Asansör
kapıları sekizinci katta aralandı. Yan komşunun kapısı açık, kapının önü bavul
ve alışveriş poşeti doluydu. Eşyaları içeri taşıyan çiftten, altmış beş yaşlarındaki
beyaz kısa saçlı, ufak tefek kadınla daha evvel karşılaşmıştı. Kadına göre
fazla iri yarı, şişman ve dağınık saçlı olan kocasını ilk defa görüyordu. Zaten
bu kattaki altı daireden, ikisi dışında, diğerlerinde kimlerin oturduğu
hakkında hiçbir bilgisi yoktu.
Yaşlı
çift, ayaküstü kendilerini tanıtıp genellikle şehir dışındaki ikinci evlerinde
kaldıklarını, buraya da iki haftada bir iş için uğradıklarını anlattılar. Sofia’nın
İsviçreli olduğunu öğrenince de kapıyı kapattıktan on dakika sonra adam kapıyı
çalmış, o çekinerek açtığında, ona öğrendiği Almanca bir cümleyi söylemişti. Az
bir temasları olmasına rağmen, hoş insanlar oldukları aşikârdı.
Sofia,
kendini güvende hissettiği halde, bu evde de kapıyı kilitlerdi. Binanın ana giriş
kapıları sürekli kilitli olsa da yemek servisi ve paket teslimatı yapan
insanlar, aşağıdan zile basıyor, daire sahiplerinin, yukarından kapıyı
açmasıyla, rahatlıkla binaya girip çıkıyorlardı. Bir de bu şehirde çok evsiz
vardı ve bu teslimatlar sırasında sıcak lobiye girmek isteyebilirlerdi. Sofia,
kafasında sonsuz sayıda felaket teorisi üretme yetisine sahip olduğundan, bir
de yan komşu kapıyı çalıverince, yaşadığı çarpıntıdan dolayı kapıyı kilitli tutmanın
ne kadar mantıklı olduğuna bir kere daha kanaat getirdi.
Charles,
Granby'deki bir fabrikada çalıştığı için genellikle eve Sofia'dan bir ya da iki
saat sonra gelirdi. O süre zarfında Sofia, evi toparlar ya da spor salonuna
giderdi. Ekim akşamında yoğun yağmurun etkisiyle de, hava iyiden iyiye kararmış,
Bonsecours Pazarı'nın gümüş kubbesi, batan güneşin, bulutların arasından
bulduğu küçük açıklıktan sızdırdığı son ışıklarıyla pırıl pırıl parlıyordu.
Avrupa'ya
döndüklerinde bir hatıra olarak yanlarında götürebilecekleri bir şekilde bu
manzarayı tuvale aktarmaya başlamıştı. Tuval şövale üzerinde yarım kalmış
duruyordu ve Sofia, birkaç haftadır bir türlü resme devam edemiyordu.
Genellikle portre yapmayı tercih ederdi. Karşısındaki gibi gereğinden fazla
ayrıntılı kompozisyonlarda, detaylarda boğulup ilerleyemediği için bu tür
resimlerden uzak dururdu.
Salonda
ve yatak odasında uçsuz bucaksız manzarayı bir tablo gibi hapseden tavandan
yere kadar inen pencereler bu dairenin birçok güzel özelliğinden biriydi. Işıkları
yakıp pencere kenarında soyunmadığı sürece içeriyi gören olmadığından, duştan
çıktığında ya da giyinirken rahatça dolaşabiliyordu. Zaten hafif bir eksibisyonist
yanı da vardı ve evde çıplak dolaşmaktan çekinmezdi. Şimdi iş kıyafetlerini
çıkarıp şortunu giydi ve yoga matına oturup manzarayı seyretmeye koyuldu. Spor
yapmış gibi hissetmek için de dambılları eline alıp isteksizce bir iki indirip
kaldırdı. Derken kapının kilidi döndü ve Sofia koridora sevgilisini kapıda
karşılamaya koştu. Sıcacık sarılıp öpüştüler.
Charles
yorgundu. Sabah işe gitmek için arabasına binecekken, ön camındaki kocaman çatlağı
fark etmiş, aynı zamanda camda bir not bulmuştu. Polis notta suçluyu yakalıklarını,
bu kişinin 20 başka arabanın daha camını kırdığını ancak hiçbir şey çalmadan
polise teslim olduğunu bildirmişti. “Hadi ya, niye böyle bir şey yapmış ki?”
diye lafa girdi Sofia. Sonra da sorusuna kendi cevap verir gibi “Evsizlerden olmasın?
Kış yaklaşırken hapiste daha rahat edeceğini düşünmüş olabilir.”. Charles
başını sallayarak onu onayladı. İş arkadaşları da aynı sonuca varmıştı. Trajik
bir durumdu aslında. Sofia bir buzdolabından bir şişe Chardonnay çıkarıp iki
kadehe eşit paylaştırırdı. Sonra da birini Charles’a verip, gözlerinin içine bakarak
“Santé” dedi. “Boş ver. İyi bir iş yapmışsın gibi düşün. Yalnız bu çok dekadan bir
çare. Düşünsene, yirmi araç sahibi ayni senin gibi bugün sabah camlarındaki çatlağı
görüp canları sıkılarak güne başladı, polis şubesine gidip hasar hakkındaki evrakları
tamamladılar, sigorta şirketlileriyle görüştüler, tamirhaneden randevu aldılar,
bir sürü zahmet, zaman ve para kaybı.”. Charles’ın içindeki sıkıntı, Sofia’nın
sözleriyle ve dudaklarında şarabin tadıyla dağılmış, keyfi yerine gelmişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder