Fırtına şiddetlenmiş, iskeledeki hoparlörlerden, 16:00 feribotunun iptal edildiği duyuruluyordu. Pazar akşamları yapılan bu son sefer, hafta sonunu adada geçirenleri evlerine taşırdı. Takımadaların en uzağında olan Sandhamn’dan Stockholm’e dönüş iki buçuk saat sürer, düzenli olarak gelen ve artık birbirini tanıyanlar yol boyunca sohbet ederlerdi.
Bu
akşam da havanın birden bozmasına rağmen iskelede yetmiş kadar yolcu vardı.
Anonsu hem İsveççe hem İngilizce pür dikkat dinledikten sonra kalabalıkta bir
hareketlilik oldu. Yoğunluk yavaş yavaş çözülürken ilk önce yazlıkçılar iskeleyi
terk etti. Komşularıyla sohbet ederek evlerine dönerken, bir kısmı cep
telefonlarından ertesi gün evden çalışmaları gerektiğini söyleyen mesajlar
atıyor ve hafta sonunu uzatacakları için memnun görünüyorlardı. Turistler
İsveçlilerden bilgi almaya çalışıyor, iptalin ardından adada mahsur
kaldıklarını öğrenince acele etmeden diğerlerinin ne yapacaklarını
ögreniyorlardı. Çoğu yolcu duruma tepkilerini, İskandinav soğukkanlılığıyla,
kısık bir sesle deniz yolları şirketini eleştirerek ya da sigorta şirketinin
otel masraflarını karşılayabileceğini söyleyerek gösteriyorlardı.
Kalabalığın
arasındaki on yedi kişilik büyük bir grup, mezuniyetlerinin 25. yılını, lise
yıllarının efsanevi buluşmalarını hatırlatması umuduyla Sandhamn’da, Henrik’in
ailesinin adadaki evinde kutlamışlardı. Beş saatlik “kutlama” maratonundan
sonra artık gerçekten evlerine gitmek istiyorlardı. Lise yıllarında da ayni bu
evde buluşulurdu. Ama o zamanlar verandada sosis kızartılır, biralar açılır,
sabaha kadar sohbet edilir, bir iki lise aşkı doğar, salonda kanepelerde ya da
verandada uyku tulumlarında uyunur ve sabah buz gibi denize atlanırdı. Bu sefer
tam böyle olmamıştı. Hepsi kırk yaşını aşmış ve aradan geçen yıllar mesafeler yaratmıştı.
Tüm gün Henrik’in özenle hazırladığı masanın ya da mangalın başında birbirlerine
geçen yılların şeceresini vermişler, “E sen bu günlerde ne yapıyorsun?”, “Evli
misin?” gibi sorularla kimin daha başarılı olduğunu, yılların kimi daha çok
yorduğunu, kimi daha fazla yaşlandırdığını ve kimi nereye getirdiğini öğrenmeye
çalışmışlardı.
Şimdi
iskelede mahsur kalmaktan rahatsız görünüyorlardı. Grupta bir gerginlik oldu. Henrik’i
daha yakından tanıyanlar yerlerini diğerlerine kaptırmak istemez gibi bir acelecilikle,
gruptan çözülüp arkadaşlarının evine yöneldiler. Kalanlar ya ona yük olmaktan çekinmişler
ya da yeterince hızlı davranmamışlardı. Bir de tabi artık kanepelerde
sabahlayamayacak kadar gençlik yıllarından kopmuş olup da otelde dinlenip yarın
seferler başladığında işe gitmeyi daha makul görenler vardı. Şehir dışından
gelmiş ve şimdi bağlantılı trenlerini kaçırmış olan üç kadın arkadaş,
rahatsızlıklarını, baştan beri Sandhamn seçiminin mantıksız olduğunu
düşündüklerini söyleyerek gösteriyordu.
Iskelede
yalnız olan ada sakini Helene, eşiyle yaşadığı tartışmalardan birinin ardından
evlerinden fırtına gibi çıkıp, şehir merkezinde arada ufak kaçamaklar yaptığı
arkadaşında geceyi geçirmek için limana gelmişti ve şehre ulaşamamanın hayal
kırıklığını yaşıyordu. Bu sebeple, kalabalıktan ayrılıp evine gitmemek için
oyalanıyordu.
Acelesi
olanlar deniz taksisi kiralayıp Stavnäs’e ulaşmak ve oradan kara yoluyla
Stockholm’e devam etmek için organize olacaklardı ki, telefondan deniz
taksilerinin de bu fırtınada yola çıkamadığını öğrendiler.
Anonsun
üzerinden yarım saat geçtiğinde, adanın bu tek iskelesinde yalnızca gidecek
yerleri olmayıp da mahsur kalan on dokuz yolcu kalmıştı: Bunlar, mezuniyet
buluşmasından dönenlerden on biri, hemen eve dönmeye hazır olmayan ve buralarda
takılmaya niyetli Helene, Helene’le Almanca flört etmeye çalışan bir Alman
turist, Cenevreli yaşlı bir turist çift olan Charles ve Celine, onların
Stockholm’de yaşayan kızı ve İsveçli damadı ve çevrelerinde ne olup bittiğiyle
ilgisiz, sürekli öpüşen yirmili yaşlarında genç bir çiftten ibaretti.
Bu
olağanüstü sıcak eylül akşamında, tropik denecek kadar şiddetli yağan yağmuru,
üç tarafı camla çevrili bekleme salonunda banklara dizilmiş bir şekilde
izliyorlardı. Acele etmeden, bu ortak sorunun yarattığı alışılmadık yakınlıkla
sohbete koyulmuşlardı.
İskeleyi
döven dalgalar, arada bir doğudaki kara bulutlardan çakan şimşek, sırtlarının
verdikleri ada tarafında güneşin bulutlar arasından bir delik bulup, göğü
kızartması romantik bir ortam oluşturmuştu. Manzarayı izleyerek, iklim
değişikliğinin yol açtığı yeni hava şartlarından, adada geçirdikleri hafta
sonundan ve kara bulutlara meydan okur gibi çıkan güneşin kızıl ışığından söz
ederek sohbeti derinleştirdiler. Politikacıların iklim konusundaki
duyarsızlığına ve yağmurun Avrupa’daki şarap hasadına etkisine değinilmiş, oradan
da konu şarap ve günbatımına evrilmişti. Gün batimi da gerçekten harika
görünüyordu, bir yanda kara bulutlar, iskeleyi döven dalgalar ve diğer yanda
tam da güneşin batacağı noktada açılıveren kızıllık.
Emekli
bir fizik profesör olan Charles, siyah çerçeveli gözlüklerinin arkasında
hareket eden ela gözleriyle şarap muhabbetine balıklama atlayarak “Allors…”
diye söze başladı. Güçlü Fransız aksanıyla konuştuğu İngilizcesiyle, “Neden şu
arkamızdaki -merveilleuse- otelin barına geçmiyoruz. Benim gibi emekli bir adam
parasını daha iyi bir şeye harcayamaz, Hadi ilk tur benden.” Kuzey Avrupalılar nadiren
alkol teklifini reddetse de genetik bir utangaçlıkla, “Emin misiniz? Çok kalabalığız!”
gibi cılız itirazlarla, Charles’ın peşine takıldılar.
Charles’ın
eşi Celine, kocasının bu neşeli hâline aşkla ve hayranlıkla baktı. Eski bir
bale eğitmeni olan Celine, kumral topuzunun altında, ışıl ışıl kahverengi
gözleriyle Charles’i onayladı ve omzundaki şalı düzeltip, zarif bir kelebek
gibi, iri yarı kocasının kolunda girdi. Grubun en yaşlıları olarak aldıkları bu
inisiyatif, herkesi harekete geçirmişti. Bardaktan boşanırcasına yağmaya devam
eden yağmura rağmen, kızıl güneşin aydınlattığı on dokuz silüet paylaştıkları
şemsiyelerin altında, koşar adım, ama kahkahalar eşliğinde, iskelelinin hemen
arkasındaki kırmızı ahşap Seglar otelin barına doluştular.
Dışarıda
rüzgâr hâlâ uğuldayarak sürerken, içerisi sıcaktı. Otel personeli, aniden gelen
kalabalık karşısında hazırlıksız görünüyordu. Ama kısa süre içinde üç şişe
Primitivo masaya geldi. Charles, kadehini “Yeni dostluklara!” diyerek kaldırdı.
Mezuniyet grubu “Eski dostluklara!” diye yineledi. Gülüştüler. Ama “Amma da
dostluk ya!” diyen çatlak ses, gülüşmeleri bir bıçak gibi kesti. Charles’in şaşkın
bakışları altında Anna hızını alamamış bir şekilde, homurdanmaya devam etti.
“Sandhamn fikrinin
mantıksız olduğunu söylediğimde kimse beni dinlemedi. İşte buradayız. Vapur
iptal, tren kaçtı, Harika bir planlama!”.
Yanındaki Erika, hafifçe
iç çekti. “Hem niye Cumartesi değil de Pazar?”.
Üçlüden Isabelle de
ekledi: “Anna, bunu zaten hepimiz söyledik, ama Henrik ‘çiler grubu baskın çıktı”.
Bu arada lobinin diğer tarafından
yanlarına gelen Martin lafa karıştı: “Kimmiş bakalım bu Henrik’çiler grubu kızlar?
Ben bilmiyorum. Siz söyleyin.”.
Martin’in
bu gereksiz yüksek sesle söylediği sözlerle tartışma diğer masalara sıçradı.
Lise yıllarından beri süregelen küçük anlaşmazlıklar, yılların verdiği
birikimle daha büyük bir kavgaya dönüşmüştü. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Öyle
ki otel misafirlerinde rahatsız olan bir aile “Bu ne gürültü! İnsan biraz
saygılı olur!” diye homurdanınca Isabelle, başını çevirip sırıtarak,
“Tatildeyiz, rahatlayın biraz,” diye kadını da payladı.
Ortalığı sakinleştirmeye çalışan
Laura tartışmaya katıldı: “Artık olan oldu. Şimdi buradayız ve bir şekilde
sabahı bekleyeceğiz, bak ben ta İsviçre’den geldim hiç ses ediyor muyum?” ve Anna’nin
kulağına iyiden iyiye ukala gelen bir tonda ekledi: “Hayat bazen planlarımızı altüst eder,
ancak böyle anlarda bozulan plana değil, yeni gelen durumun sunduğu fırsatlara
odaklanmak en iyi yaklaşımdır. Unutulmaz anılar, böyle aksayan planlardan
doğar. Kadehimi bozulan planlara kaldırıyorum!” diyerek kendisine katılan bir kaç
kişiyle beraber kadehini tokuşturdu. Ama Anna bu “ta İsviçre’den” vurgusuna ve ardından
gelen spiritüalist zırvalıklara iyiden iyiye sinirlenmişti. Alaycı bir şekilde,
“Ama ben ta İsviçre’den gelmiyorum bayan” dedi sonra da boğuk “onun için senin
gibi umursamazca otel parasını çıkarıp veremeyeceğim!”. Charles, İsviçreli
olduğu için durumu yumuşatmak ister gibi gülerek, “Yok, hepimiz o kadar da
zengin değiliz, bu sadece bir şehir efsanesi,” diyerek huzursuzca güldü ve “Saat
de geç oldu.” diye ekleyerek izin istedi.
Charles
kavgayı durdurmayı başarmıştı. Dışarıda fırtına da kesilmişti.
Helene’in,
Henrik’in komşusu olduğu ortaya çıkmış, ilerleyen saatlerde evine dönmeye karar
vermişti. Giderken de otele ödeyecek parası olmadığını söyleyen Anna ve
Erika’yı hem misafir hem de eşine bir bahane olarak yanına almıştı.
Gecenin
ilerleyen saatlerinde Martin, lobideki kanepeleri birleştirip otel koridorunda
“yeni bir lise partisi” ilan etti. Şarap şişelerini paylaşarak, eski lise
aşklarının sırlarını itiraf etmeye başladılar. Henrik’in yazlığında
yakalayamadıkları ortam burada oluşmaya başlamıştı.
Ertesi
sabah yedide otelde uyananlar, dünkü hırçın denizin, şimdi güneşin altında uysal
bir kedi gibi iskeleyi hafif hafif yaladığını görüp keyifli bir sükunetle, kahvelerini
yudumladılar. 8:00 vapuru için dün ortadan kaybolan yolculardan çoğu da gelmiş
ve birkaç yeni yolcu eklenmişti. Dolu iskelede vapur, uzun bir yolculuktan
gelen sevgiliyi karşılar gibi yorgun bir coşkuyla karşılandı ve iki buçuk
saatlik yolculuk bu sefer göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Yolcular
Stockholm’e ulaştıklarında içtenlikle birbirlerine sarılarak veda ederken, bir
daha görüşme dilekleri havada uçuştu. Hiçbiri artık Sandhamn’ı unutmayacaktı.