Profil

Fotoğrafım
Ekim 2024'de yazmaya başladığım hikayelerimi ve yaptığım resimlerden bazılarını burada topladım. - - - I have gathered here the stories I started writing in October 2024, as well as some of my paintings. - - - J'ai rassemblé ici les histoires que j'ai commencées à écrire en octobre 2024, ainsi que quelques-unes de mes peintures.

20 Nisan 2025 Pazar

14) Ayı Ayak

 


2019 yılının Kasım ayının ilk günleriydi. Zürih harika bir sonbahar yaşıyordu. Oturduğum sokak sapsarı yapraklarla kaplıydı. O sabah her zamanki gibi yine işe geç kalmıştım. Höschgasse tramvay durağına koşarak geldiğimde tramvay çoktan gelmişti bile. Durakta bedava dağıtılan Metro gazetesini kapar kapmaz, kapılar kapanmadan tramvaya atladım. En arkada, karşılıklı dört kişinin oturabileceği bölümdeki son boş yere kendimi attım. Gazetemi açtım. Kültür sayfalarında, Zürihli yazarın Almanya’nın Büchner Ödülü’nü kazandığı ve ödülünü Darmstadt'ta aldığı yazıyordu. 

Daha iki hafta önce Stadelhofen’deki Orell Füssli kitabevine gidip kitap önerisi istediğimde, bana bu yazarın 2017’de yayımlanan kitabını önermişlerdi. Ben de kitabı birkaç günde okuyup bitirmiştim. "Ne tesadüf!" diye geçirdim içimden. Yok canim, ne tesadüfü, ödül törenden önce açıklanmıştır herhalde, kitabevi çalışanları da ödüllü yazarı önermişlerdir.

Yazarın soyadı Almanca "ayı ayak" anlamına geliyordu. Bunun dışında hakkında pek bir şey bilmiyordum. Şimdi gazeteden Zürih’te yaşadığını öğrenmiştim. Tahmin etmeliydim, kitap zaten Zürih’te geçiyordu. Ama yine de benim şehrimde yaşıyor olması güzeldi. Cep telefonumu çıkarıp hakkındaki Wikipedia sayfasını açtım. Benimle aynı yıl ve aynı ayda bir gün sonra doğduğunu ögrendim. Ne tesadüf! Ondan sadece bir gün büyüktüm. Çocukluğumda "Noel çocuğu" olmaktan nefret ederdim. Okullar tatile girerdi ve doğum günü hediyemle Noel hediyesi bir olurdu. Doğum günüm, ufak bir pastayla, "kim vurduya" giderdi. O da 48 yıldır benimle aynı doğum günü travmalarından mustarip olmuş olmalı, zavallı Ayı ayak!

Başımı kaldırdığımda, karşımda oturan adamla göz göze geldik. Hemen resme ve tekrar adama baktım. Kesinlikle “Ayı ayak” karşımda oturuyordu. Kısık kahverengi gözleriyle bana bir an baktı, sonra bakışlarını kaçırdı. Kalbim küt küt atmaya başladı. Ona bir şey söylemeye cesaret edemedim. Bakışlarımdan rahatsız olmuş gibi elindeki Tages Anzeiger gazetesini yüzüne doğru kaldırıp kendini sakladı. Demek ödül töreninin ardindan sonra Zürih'e dönmüştü. Ama Metro denen gazete müsveddesi haberi ancak yetiştirebilmişti.

Gözlerim, yüzüne yapıştırdığı gazetesinin altından görünen koyu mavi yağmurluğuna kaydı. Ardından siyah kot pantolonun altındaki ayakkabılarına takıldı. Kahverengi deri İtalyan ayakkabıları, öyle ayı ayağı kadar büyük değillerdi.

Karşımdakinin yüzünü tekrar görebilmek için sabırsızlanıyor, diğer haberleri okuyormuş gibi yapıyordum. Trump Amerika’nın Paris iklim anlaşmasından çıktığını ilan etmiş, Mısır’da askeri rejim 80 İslamcı militanı öldürmüştü.

Bellevue’de inip tramvay değiştirilmem gerekirdi. Ama o inmeyince ben de inmedim. Biraz daha bu tramvayda kalabilir, Paradeplatz’da da aynı yöne giden başka bir tramvaya binebilirdim. Belki bir fırsatını bulup, “Kutlarım ödül almışsınız. Kitabınızı daha yeni bitirdim” diyebilirdim. Keşke bu kadar hızlı bitirmeseydim. Kitap çantamda olur, o da kitabi okuduğumu görür hatta belki bir imza isterdim.

Ama ya o değilse. Ya da kitabının kahramanın, o genç kadını takip ettiği gibi, benim de onu, kitabın yazarını takip eden bir sapık olduğumu sanırsa?

Kitabında Philip adında bir müteahhit, Bellevue’deki ünlü kafede bir iş toplantısı yapmak için bekliyor ama beklediği kişi gelmeyince kafeden çıkıyor. Yine de gelirse diye, pek uzağa gitmeden sigara içip çevrede dolaşırken, meydanın diğer kenarındaki mağazanın döner kapılarından çıkan o genç kadının önce ayakkabılarına dikkat ediyor. Kadının ona bir işaret yaptığını varsayarak kötü bir niyeti olamadan, biraz da zaman öldürmek için genç kadını takip etmeye başlıyordu. Ama daha sonra sekreteri telefon edip görüşeceği kişinin kafeye geldiğini söylediği halde, adamla buluşmak yerine kadını takibe devam ediyordu.

Eğer biraz önce ayaklarına baktığımı fark etmişse ve tam da tramvay Bellevue’ye yaklaşırken göz göze geldiğimiz için, benim onu takip ettiğimi sanması kadar doğal ne olabilir ki? Böyle yanlış bir his uyandırmamak için hiçbir şey söylememeye karar verdim.

Tramvay birkaç durak daha ilerlemiş, Paradeplatz'a yaklaşıyordu. Burada kesinlikle tramvayı değiştirmem gerekiyordu. İçimden onun da burada inmesini diledim. Dileğim kabul olmuş olacak ki, durağa yanaştığımız sırada gazetesini yüzünden çekmeden ayağa kalktı, sırtını döndü ve gazeteyi özenle katlayıp koltuğunun altına sıkıştırıp kapıya yanaştı. Oturduğum yerden yüzü görünmüyordum. Ama üzerindeki yağmurluk, internette bulduğum resimlerinden birindekine benziyordu. Kesinlikle oydu. Kapılar açılır açılmaz, indi. Gözlerimle onu kaybetmeden, birkaç yolcunun inmesini bekleyip, ben de indim.  

Durakta asılı elektronik tabelada 7 numaralı tramvayın üç dakika içinde geleceği yazıyordu.  Ayı ayak, hiç duraksamadan Bleicherweg'e doğru yürümeye başladı. Benim bineceğim tramvay da o tarafa gideceği için, beklemek yerine bu kısa mesafeyi yürümenin daha iyi olacağını düşündüm. İşe azıcık geç gelebilirdim. Aramıza üç beş kişi sokarak peşine takıldım.

Ya arkaya dönüp beni görürse? Bu düşünceyle çantamdan güneş gözlüklerimi çıkardım ve taktım. Oysa hava kapalıydı, güneş ışığından eser yoktu. İş yerime yaklaştığımda artık onu takip edemeyeceğimi anladım. Belki de sonumun kitaptaki Philip gibi olmasını istemediğim için pes etmiştim.

İşe geldiğimde, hemen masama oturup maillerimi açtım ve takvimdeki toplantıyı görüp laptopumu kapıp toplantı salonuna koştum. Öğleden sonra boş bir zamanımda bir Word dokuman hazırlamaya başladım. Dogum tarihini, tramvaya bindiğim durağı ve saati, indiğim saati not ettim. Belgeyi “Ayı ayak” diye kaydettim.

Tüm kışı Kaufleuten’e gelen yazarların kitap imza günlerine giderek, üniversitenin edebiyat fakültesinde misafir yazarların derslerini dinleyerek, kitapçıdan Ayı ayağın diğer kitaplarını alıp hepsini okuyarak geçirdim.  Hep aynı saatte iki numaralı tramvayın en arkasındaki dört kişilik koltuğa yakın oturarak işe gidip geldim. Eskiden ne güzel telefon katalogları olur, orada insanların telefon numaraları yazardı. Numaradan oturduğu mahalleyi de çözerdik. Şimdi aylarca uğraştığım halde özel hayatına dair pek bir bilgi bulamamıştım.  Ama topladığım ufak tefek bilgileri belgeye eklemeyi ihmal etmemiştim.

2020’nin mart ayının ortalarında Korona virüsü vakaları Avrupa’ya gelmeye başlamış, tüm dükkanlar kapanmış ve eczanelerde maske kalmamıştı. İşe gidemiyor evden çalışıyor, tüm boş zamanımı “Ayı ayak” araştırmalarına harcıyordum.

Mayısta havalar güzelleşmişti ama İsviçre’de Korona virüsü sebebiyle beş kişiden fazla toplanmak yasaktı. Arkadaşlarla, iki ayrı grupmuşuz gibi Zürihorn’da piknik yapmaya karar vermiştik. Benim her yıl göle ilk defa anneler gününde girme gibi bir takıntım olduğundan, onlar gelmeden göle hızlıca girip çıkarak geleneğimi yerine getirmek için, buluşma saatinden bir buçuk saat önce, saat on ikide Zürihorn’a gelmiştim. Evimden Corbusier Pavilyonu 3 dakika yürüme mesafesiydi. Paviyonun göl tarafında, Bronz heykelin orada suya girecek, biraz güneşlenip mayom kururken kitabimi okuyacak, saat bir buçukta arkadaşlarla buluşmaya pavilyona gidecektim.

Heykelin yanına geldiğimde, benim gibi bir çılgının daha göle girmek için kıyafetlerini çıkarıp özenle üst üste yerleştirdiğini gördüm. Yüzünü görünce birden sarsıldım. Ayı ayakla bu kadar benzer yanımızın olması bir tesadüf olamazdı. Bu soğuk göle bir o, bir de ben, başka da hiç kimse girmiyordu. O suya girene kadar uzaktan seyrettim. Suya girmiş, birkaç kulaç ilerlemişti ki içimde tuhaf bir dürtüyle, kıyafetlerinin yanına gidip hepsini topladım ve piknik yiyecekleri dolu çantama tıkıştırdım. Etrafta birkaç piknikçi vardı, ama kimse benimle ilgilenmiyordu. Sakin bir şekilde ayağa kalktım ve gözlerimi gölden ayırmadan, yavaşça oradan uzaklaştım.

Eve döndüm. Ne kadar sakin yürümeye çalışmış olsam da heyecandan nefes nefese kalmıştım. Üstüm başım ter içindeydi. Ayı ayağın kıyafetlerini çantamdan çıkardım. Telefonu, cüzdanı, şortu, keten gömleği ve havlusu. Tüh havlusunu da almışım. Kahretsin. Adamcağız orada mayosuyla kalakalmış olmalıydı. Ama artık yapacak bir şey yoktu. Cüzdanını kurcaladım. Banka kartı, ehliyeti, Coop’tan aldığı fiş. Cep telefonuna düşen mesajları okudum. Kendimi çok kötü hissettim. Akşam karanlık basınca eşyaları aldığım yere bırakmaya karar verdim. Telefondan ve cüzdandan el izlerimi sildim ve plastik bulaşık eldivenlerini giyip, eşyalarda parmak izi bırakmadan, onları bir torbaya doldurup kapımın yanına koydum.

Ardından şort ve bluzumu çıkarıp yerine uzun yazlık bir elbise giydim. Kafamdaki kasket yerine, hasır şapkalarımdan birini taktım. Piknik eşyalarımı koyduğum çantayı bile değiştirdim. Arkadan bağlamış olduğum saçlarımı açıp omuzlarıma döktüm. Bir de kırmızı ruj sürdüm. Deminki kadınla aramda hiçbir benzerlik kalmamıştı. Evde bir saat bekledim ve saat bir buçukta tekrar evden çıktım.

Piknik keyifliydi ama içimde huzur yoktu. Yaptığım şeyden çok utanıyordum. Akşam dört gibi iki arkadaşı ikna edip “Ben gölde yüzerken en azından sahilden fotoğrafımı çekin” dedim ve üç kişi göl kenarına yürüdük. İki dakikalığına da olsa, yüzme geleneğimi yerine getirdim. Ayı ayak çoktan gitmişti, belki polise haber vermişti ama şüpheli hiçbir şey yoktu. Şimdi içimden öğlen keşke suya girip, ona doğru yüzmüş olsaydım ve yaklaşınca bacağıma kramp girmiş gibi yapıp onun dikkatini çekseydim, diye düşündüm. Öyle saf bir yalanla onunla sohbet edebilmek yerine adamın eşyalarını çalmıştım. Neden böyle bir delilik yaptığımı bilmiyordum. Ama olmuştu bir kere.

Akşam eve döndüğümde torba kapının yanında duruyordu. Havanın kararmasını bekleyip gece on gibi sahile indim. Olay mahaline gitmeye cesaret edemediğim için torbanın içindekileri otuz kırk metre ileride bir bankın üzerine bırakıp evime döndüm. Bu olaydan sonra yaptığım şeyin utancıyla olsa gerek adamı araştırmaktan vazgeçtim.

Aradan 5 yıl geçti, korona virüsü günleri unutuldu. Ben de altı ay boyunca takıntı haline getirmiş olduğum yazarı çoktan unutmuştum. Ama sayesinde edebiyata ilgim artmıştı. 2025 yılının Nisan ayıydı, Paskalya tatilinde İtalya’ya giderken arabada yazarlarla söyleşiler dinliyordum. Max Frish’le, Dürrenmatt’la söyleşilerden sonra Ayı ayakla söyleşi başladı. Kendinden bahsediyordu. Bir gün göle yüzmeye gittiğini ve kıyafetlerinin çalındığını ve o gün kendini ne kadar savunmasız hissettiğini anlattı. Stresten arabayı Dört Kantonlar gölünün demirlerine çarpacaktım. Bir park yeri bulup durdum. Nefes nefese kalmıştım. Ama çok mutluydum. Benden söz ediyordu. Artık benim farkımdaydı.