2019
yılının Kasım ayının ilk günleriydi. Zürih harika bir sonbahar yaşıyordu. Oturduğum
sokak sapsarı yapraklarla kaplıydı. O sabah her zamanki gibi yine işe geç
kalmıştım. Höschgasse tramvay durağına koşarak geldiğimde tramvay çoktan
gelmişti bile. Durakta bedava dağıtılan Metro gazetesini kapar
kapmaz, kapılar kapanmadan tramvaya atladım. En arkada, karşılıklı dört kişinin
oturabileceği bölümdeki son boş yere kendimi attım. Gazetemi açtım. Kültür
sayfalarında, Zürihli yazarın Almanya’nın Büchner Ödülü’nü kazandığı ve ödülünü
Darmstadt'ta aldığı yazıyordu.
Daha
iki hafta önce Stadelhofen’deki Orell Füssli kitabevine gidip kitap önerisi
istediğimde, bana bu yazarın 2017’de yayımlanan kitabını önermişlerdi. Ben de
kitabı birkaç günde okuyup bitirmiştim. "Ne tesadüf!" diye
geçirdim içimden. Yok canim, ne tesadüfü, ödül törenden önce açıklanmıştır
herhalde, kitabevi çalışanları da ödüllü yazarı önermişlerdir.
Yazarın
soyadı Almanca "ayı ayak" anlamına geliyordu. Bunun dışında hakkında pek
bir şey bilmiyordum. Şimdi gazeteden Zürih’te yaşadığını öğrenmiştim. Tahmin
etmeliydim, kitap zaten Zürih’te geçiyordu. Ama yine de benim şehrimde yaşıyor olması
güzeldi. Cep telefonumu çıkarıp hakkındaki Wikipedia sayfasını açtım.
Benimle aynı yıl ve aynı ayda bir gün sonra doğduğunu ögrendim. Ne
tesadüf! Ondan sadece bir gün büyüktüm. Çocukluğumda "Noel
çocuğu" olmaktan nefret ederdim. Okullar tatile girerdi ve doğum günü
hediyemle Noel hediyesi bir olurdu. Doğum günüm, ufak bir pastayla, "kim
vurduya" giderdi. O da 48 yıldır benimle aynı doğum günü travmalarından
mustarip olmuş olmalı, zavallı Ayı ayak!
Başımı
kaldırdığımda, karşımda oturan adamla göz göze geldik. Hemen resme ve tekrar
adama baktım. Kesinlikle “Ayı ayak” karşımda oturuyordu. Kısık kahverengi
gözleriyle bana bir an baktı, sonra bakışlarını kaçırdı. Kalbim küt küt atmaya
başladı. Ona bir şey söylemeye cesaret edemedim. Bakışlarımdan rahatsız olmuş
gibi elindeki Tages Anzeiger gazetesini yüzüne doğru kaldırıp kendini sakladı.
Demek ödül töreninin ardindan sonra Zürih'e dönmüştü. Ama Metro denen gazete müsveddesi
haberi ancak yetiştirebilmişti.
Gözlerim,
yüzüne yapıştırdığı gazetesinin altından görünen koyu mavi yağmurluğuna kaydı. Ardından
siyah kot pantolonun altındaki ayakkabılarına takıldı. Kahverengi deri İtalyan ayakkabıları,
öyle ayı ayağı kadar büyük değillerdi.
Karşımdakinin
yüzünü tekrar görebilmek için sabırsızlanıyor, diğer haberleri okuyormuş gibi yapıyordum.
Trump Amerika’nın Paris iklim anlaşmasından çıktığını ilan etmiş, Mısır’da
askeri rejim 80 İslamcı militanı öldürmüştü.
Bellevue’de
inip tramvay değiştirilmem gerekirdi. Ama o inmeyince ben de inmedim. Biraz
daha bu tramvayda kalabilir, Paradeplatz’da da aynı yöne giden başka bir
tramvaya binebilirdim. Belki bir fırsatını bulup, “Kutlarım ödül almışsınız.
Kitabınızı daha yeni bitirdim” diyebilirdim. Keşke bu kadar hızlı
bitirmeseydim. Kitap çantamda olur, o da kitabi okuduğumu görür hatta belki bir
imza isterdim.
Ama
ya o değilse. Ya da kitabının kahramanın, o genç kadını takip ettiği gibi,
benim de onu, kitabın yazarını takip eden bir sapık olduğumu sanırsa?
Kitabında
Philip adında bir müteahhit, Bellevue’deki ünlü kafede bir iş toplantısı yapmak
için bekliyor ama beklediği kişi gelmeyince kafeden çıkıyor. Yine de gelirse
diye, pek uzağa gitmeden sigara içip çevrede dolaşırken, meydanın diğer
kenarındaki mağazanın döner kapılarından çıkan o genç kadının önce ayakkabılarına
dikkat ediyor. Kadının ona bir işaret yaptığını varsayarak kötü bir niyeti
olamadan, biraz da zaman öldürmek için genç kadını takip etmeye başlıyordu. Ama
daha sonra sekreteri telefon edip görüşeceği kişinin kafeye geldiğini söylediği
halde, adamla buluşmak yerine kadını takibe devam ediyordu.
Eğer
biraz önce ayaklarına baktığımı fark etmişse ve tam da tramvay Bellevue’ye
yaklaşırken göz göze geldiğimiz için, benim onu takip ettiğimi sanması kadar
doğal ne olabilir ki? Böyle yanlış bir his uyandırmamak için hiçbir şey
söylememeye karar verdim.
Tramvay
birkaç durak daha ilerlemiş, Paradeplatz'a yaklaşıyordu. Burada kesinlikle
tramvayı değiştirmem gerekiyordu. İçimden onun da burada inmesini diledim.
Dileğim kabul olmuş olacak ki, durağa yanaştığımız sırada gazetesini yüzünden
çekmeden ayağa kalktı, sırtını döndü ve gazeteyi özenle katlayıp koltuğunun
altına sıkıştırıp kapıya yanaştı. Oturduğum yerden yüzü görünmüyordum. Ama
üzerindeki yağmurluk, internette bulduğum resimlerinden birindekine benziyordu.
Kesinlikle oydu. Kapılar açılır açılmaz, indi. Gözlerimle onu kaybetmeden,
birkaç yolcunun inmesini bekleyip, ben de indim.
Durakta
asılı elektronik tabelada 7 numaralı tramvayın üç dakika içinde geleceği
yazıyordu. Ayı ayak, hiç duraksamadan
Bleicherweg'e doğru yürümeye başladı. Benim bineceğim tramvay da o tarafa gideceği
için, beklemek yerine bu kısa mesafeyi yürümenin daha iyi olacağını düşündüm. İşe
azıcık geç gelebilirdim. Aramıza üç beş kişi sokarak peşine takıldım.
Ya
arkaya dönüp beni görürse? Bu düşünceyle çantamdan güneş gözlüklerimi çıkardım
ve taktım. Oysa hava kapalıydı, güneş ışığından eser yoktu. İş yerime
yaklaştığımda artık onu takip edemeyeceğimi anladım. Belki de sonumun kitaptaki
Philip gibi olmasını istemediğim için pes etmiştim.
İşe
geldiğimde, hemen masama oturup maillerimi açtım ve takvimdeki toplantıyı görüp
laptopumu kapıp toplantı salonuna koştum. Öğleden sonra boş bir zamanımda bir
Word dokuman hazırlamaya başladım. Dogum tarihini, tramvaya bindiğim durağı ve
saati, indiğim saati not ettim. Belgeyi “Ayı ayak” diye kaydettim.
Tüm
kışı Kaufleuten’e gelen yazarların kitap imza günlerine giderek, üniversitenin
edebiyat fakültesinde misafir yazarların derslerini dinleyerek, kitapçıdan Ayı
ayağın diğer kitaplarını alıp hepsini okuyarak geçirdim. Hep aynı saatte iki numaralı tramvayın en
arkasındaki dört kişilik koltuğa yakın oturarak işe gidip geldim. Eskiden ne
güzel telefon katalogları olur, orada insanların telefon numaraları yazardı.
Numaradan oturduğu mahalleyi de çözerdik. Şimdi aylarca uğraştığım halde özel
hayatına dair pek bir bilgi bulamamıştım. Ama topladığım ufak tefek bilgileri belgeye
eklemeyi ihmal etmemiştim.
2020’nin
mart ayının ortalarında Korona virüsü vakaları Avrupa’ya gelmeye başlamış, tüm
dükkanlar kapanmış ve eczanelerde maske kalmamıştı. İşe gidemiyor evden
çalışıyor, tüm boş zamanımı “Ayı ayak” araştırmalarına harcıyordum.
Mayısta
havalar güzelleşmişti ama İsviçre’de Korona virüsü sebebiyle beş kişiden fazla
toplanmak yasaktı. Arkadaşlarla, iki ayrı grupmuşuz gibi Zürihorn’da piknik
yapmaya karar vermiştik. Benim her yıl göle ilk defa anneler gününde girme gibi
bir takıntım olduğundan, onlar gelmeden göle hızlıca girip çıkarak geleneğimi
yerine getirmek için, buluşma saatinden bir buçuk saat önce, saat on ikide
Zürihorn’a gelmiştim. Evimden Corbusier Pavilyonu 3 dakika yürüme mesafesiydi. Paviyonun
göl tarafında, Bronz heykelin orada suya girecek, biraz güneşlenip mayom
kururken kitabimi okuyacak, saat bir buçukta arkadaşlarla buluşmaya pavilyona gidecektim.
Heykelin
yanına geldiğimde, benim gibi bir çılgının daha göle girmek için kıyafetlerini çıkarıp
özenle üst üste yerleştirdiğini gördüm. Yüzünü görünce birden sarsıldım. Ayı
ayakla bu kadar benzer yanımızın olması bir tesadüf olamazdı. Bu soğuk göle bir
o, bir de ben, başka da hiç kimse girmiyordu. O suya girene kadar uzaktan
seyrettim. Suya girmiş, birkaç kulaç ilerlemişti ki içimde tuhaf bir dürtüyle, kıyafetlerinin
yanına gidip hepsini topladım ve piknik yiyecekleri dolu çantama tıkıştırdım. Etrafta
birkaç piknikçi vardı, ama kimse benimle ilgilenmiyordu. Sakin bir şekilde ayağa
kalktım ve gözlerimi gölden ayırmadan, yavaşça oradan uzaklaştım.
Eve
döndüm. Ne kadar sakin yürümeye çalışmış olsam da heyecandan nefes nefese kalmıştım.
Üstüm başım ter içindeydi. Ayı ayağın kıyafetlerini çantamdan çıkardım. Telefonu,
cüzdanı, şortu, keten gömleği ve havlusu. Tüh havlusunu da almışım. Kahretsin. Adamcağız
orada mayosuyla kalakalmış olmalıydı. Ama artık yapacak bir şey yoktu. Cüzdanını
kurcaladım. Banka kartı, ehliyeti, Coop’tan aldığı fiş. Cep telefonuna düşen
mesajları okudum. Kendimi çok kötü hissettim. Akşam karanlık basınca eşyaları
aldığım yere bırakmaya karar verdim. Telefondan ve cüzdandan el izlerimi sildim
ve plastik bulaşık eldivenlerini giyip, eşyalarda parmak izi bırakmadan, onları
bir torbaya doldurup kapımın yanına koydum.
Ardından
şort ve bluzumu çıkarıp yerine uzun yazlık bir elbise giydim. Kafamdaki kasket
yerine, hasır şapkalarımdan birini taktım. Piknik eşyalarımı koyduğum çantayı bile
değiştirdim. Arkadan bağlamış olduğum saçlarımı açıp omuzlarıma döktüm. Bir de kırmızı
ruj sürdüm. Deminki kadınla aramda hiçbir benzerlik kalmamıştı. Evde bir saat
bekledim ve saat bir buçukta tekrar evden çıktım.
Piknik
keyifliydi ama içimde huzur yoktu. Yaptığım şeyden çok utanıyordum. Akşam dört
gibi iki arkadaşı ikna edip “Ben gölde yüzerken en azından sahilden fotoğrafımı
çekin” dedim ve üç kişi göl kenarına yürüdük. İki dakikalığına da olsa, yüzme
geleneğimi yerine getirdim. Ayı ayak çoktan gitmişti, belki polise haber
vermişti ama şüpheli hiçbir şey yoktu. Şimdi içimden öğlen keşke suya girip, ona
doğru yüzmüş olsaydım ve yaklaşınca bacağıma kramp girmiş gibi yapıp onun
dikkatini çekseydim, diye düşündüm. Öyle saf bir yalanla onunla sohbet
edebilmek yerine adamın eşyalarını çalmıştım. Neden böyle bir delilik yaptığımı
bilmiyordum. Ama olmuştu bir kere.
Akşam
eve döndüğümde torba kapının yanında duruyordu. Havanın kararmasını bekleyip gece
on gibi sahile indim. Olay mahaline gitmeye cesaret edemediğim için torbanın
içindekileri otuz kırk metre ileride bir bankın üzerine bırakıp evime döndüm. Bu
olaydan sonra yaptığım şeyin utancıyla olsa gerek adamı araştırmaktan
vazgeçtim.
Aradan
5 yıl geçti, korona virüsü günleri unutuldu. Ben de altı ay boyunca takıntı
haline getirmiş olduğum yazarı çoktan unutmuştum. Ama sayesinde edebiyata ilgim
artmıştı. 2025 yılının Nisan ayıydı, Paskalya tatilinde İtalya’ya giderken
arabada yazarlarla söyleşiler dinliyordum. Max Frish’le, Dürrenmatt’la
söyleşilerden sonra Ayı ayakla söyleşi başladı. Kendinden bahsediyordu. Bir gün
göle yüzmeye gittiğini ve kıyafetlerinin çalındığını ve o gün kendini ne kadar
savunmasız hissettiğini anlattı. Stresten arabayı Dört Kantonlar gölünün
demirlerine çarpacaktım. Bir park yeri bulup durdum. Nefes nefese kalmıştım.
Ama çok mutluydum. Benden söz ediyordu. Artık benim farkımdaydı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder