Lili
Teyze, 79 yaşındaydı. Belçika’da varlıklı bir ailede dünyaya
gelmiş, ama hayat ona zorluklarla dolu bir yol çizmişti. Aşkla evlendiği eşi
Viktor, iyi huylu nazik ve insancıl bir adamdı. İyi bir eğitimi de vardı. Ancak
iş konusunda tam bir maceraperestti ve çok sorumsuzdu. Sürekli yeni iş
fikirleriyle gelir, ama bunlar hiçbir zaman aileye katkı sağlayacak bir gelir
getirmezdi. Bu yüzden yıllarca gereksiz bir yoksulluk içinde yaşadılar.
Çiftin
iki oğlu oldu. Onlar okul yaşına geldiklerinde, bir kız çocuğu arzusuyla iki oğul
daha doğurdu. Ancak yaşamı dört oğlunu büyütmek ve Viktor'un
başarısızlıklarıyla başa çıkmakla geçiyordu. Yıllar boyunca tüm yükü omuzlarına
aldı, öğretmen maaşıyla evi geçindirmeye çalışırken, evin işleriyle ve
çocukların eğitimiyle de ilgilendi. Hep kıt kanaat geçindiler. 1970’lerde,
henüz iki çocuk sahibiyken, İtalya’ya yaptıkları bir araba yolculuğu dışında, uzun
seyahat fırsatları pek olmadı.
Yıllar
böyle akıp geçti, oğulları büyüdü, hayata atıldılar. Lili ancak emekli olduktan
sonra Viktor’la yolları ayırabildi. Yıllar boyu bir ev alamamış olduklarından dolaya
kiralık evlerde yaşamak ve küçük emekli maaşının yarısını kiraya ödemek onu
üzüyordu, ancak yine de hayatında ilk defa kenara üç beş kuruş koyup iki yılda
bir de olsa tatil yapmak en büyük zevklerinden biriydi.
Bol
bol kitap okuyordu ve kitaplardan ögrendiği yerleri gözleriyle görmek en büyük
arzusuydu. Özbekistan ve Mısır gibi kendi yaşındaki kadınların asla cesaret
edip gitmeyeceği yerlere gitme fırsatını da böyle yakalamıştı. Lüksten
hoşlanmaz, dişlerini Nil nehrinin sularında fırçaladığı bir macerayı tercih
ederdi.
İlerleyen
yaşına rağmen, hiçbir zaman kenara çekilmeyi düşünmez, torunlarına derslerinde
yardım eder, oğullarının eski ve yeni eşleriyle iyi geçinmeye çabalardı. Kendine
Lili Hanım değil Lili Teyze denmesini tercih ederdi. Bir kız çocuğu olmamıştı
ve bunu eksikliği her zaman hissetmişti, ama en büyük oğlunun ikinci eşi Eda’yla
ilk günden itibaren bağ kurmuş, onu zamanla kızı gibi sevmeye başlamıştı. Eda,
onun için bir sırdaş, bir dost olmuştu. Onunla anılarını paylaşır, oğullarını
çekiştirir, hayallerini anlatırdı. Birkaç kadeh şarap eşliğinde dili iyice
çözülür ve bolca kahkahalı sohbetler yaparlardı.
Lili
bir süre önce, ablası Ella’yla eş zamanlı okudukları Marie Bernadette Dupuy’un
kitabı ile, hayallerine yeni bir yer eklemişti. Kitap, bir kasabadan ve orada büyüyen
bir genç kızdan söz ediyordu. Bu kasaba, 1901 yılında bir kâğıt fabrikasının
etrafında kurulmuştu. Döneminde modern örnek bir yerleşim yeri olarak hızla
gelişmiş, ancak sadece yirmi beş yıl sonra fabrika kapanınca kasaba tamamen
terk edilmişti.
İlginçtir
ki bu kasaba kurgusal bir yer değildi, Kanada’nın derin ormanlarında bir
şelalenin altında bulunan hayalet kasaba, Val-Jalbert’di. Kurulduğu dönemlerde birçok
yerde henüz evlerin içinde akan su ve tuvalet yokken buradaki isçi evlerine
bunlar yapılmış ve çevre köylerden insanlar merak edip bu evleri görmeye gelmişti.
Bu kasaba rüya gibi bir yerken, fabrika kapandıktan sonra kırk yıl doğanın
kollarında kaybolmaya terk edilmiş, 1960’lı yıllarda hippilerin işgaline
uğramış, tahrip olmuştu. Son kırk yıldır ise korunup restore edilerek bir açık
hava müzesine dönüştürülmüş ve ziyarete açılmıştı.
Lili
Teyze’yi derinden etkileyen şey, kitaptaki genç kızın soyadının kendi annesinin
soyadıyla aynı olmasıydı. Bu sebeple kitabı okurken sanki bir köken araştırması
yapar gibi her detayına dikkat ederek okumuştu. Okudukça da bu kasabanın hazin
kaderi onu etkisi altına almıştı. Nasıl olmuştu da döneminden çok daha gelişmiş
olan bu yer tamamen terk edilmişti? İşte bu yüzden bu hayalet kasaba, onun zihninde
görmek için yanıp tutuştuğu bir yere dönüştü.
Büyük
oğlunun ve gelini Eda’nın bir süre için Quebec’e taşınacaklarını ögrenir
ögrenmez ilk işi haritayı karıştırıp Quebec şehriyle ve Val-Jalbert arsındaki
mesafeyi incelemek olmuştu. Mutluluktan uçuyordu. Tanrılarla pek arası olmasa
da eski dostu Marianne’a kıs kıs gülerek: “Ah şekerim, ben hayal ediyorum, Tanrılar
kollarını sıvayıp beni hayallerime taşımak için kilometre taşları diziyorlar.”
diye mutlu haberi verdi. Onlar evlerine taşındıktan bir ay sonra onu yanlarında
birkaç hafta geçirmek için davet etmişlerdi.
Lili
uçağın kapısından indiği andan itibaren Kanada'ya âşık oldu. Eh insan bir yeri
sevmeyi aklına koymayagörsün, onu ne yapar ne eder sever. Elinde son yıllarda
iyice aşina olduğu akıllı telefonuyla sürekli bilgi topluyor, Kanadalıların
kendi konuştuğundan çok farklı olan o Fransızcalarına bile bayılıyordu. Kanada’da
ilk günlerini cep telefonunda ve haritada Saint-Jean Gölü etrafındaki
kasabaları inceleyerek geçirdi; yapabilecekleri şeyleri küçük defterine kıvrımlı
el yazısıyla not ediyordu. Gelini ve oğlu da otel ve restoranları araştırdılar.
Sonunda
beklenen gün geldi. Yol boyunca Eda’nın Kanadalı oduncular hakkında uydurduğu komik
hikâyelere güldüler ve arabanın açık tavanından gelen oksijeni içlerine
çektiler. Saint-Jean gölüne yaklaştıklarında, Lili yerinde duramayan bir genç
kıza dönüştü. Rehberlik ediyor, sağa
sola işaret ederek, tanıdığı yerleri anlatır gibi bu ilk defa gördüğü yerleri kucaklıyordu.
İki
gece konaklayacakları, manastırdan dönüştürülmüş otele geldiklerinde, onlara
ayrılan odaların numarası duvardaki tabloya yazılmıştı, kapılar kilitsizdi. Aşağıdaki devasa mutfak misafirlerin kendileri
pişirip yemeleri için kullanıma açıktı. Büyük salonda şömine yanıyor, otel
misafirleri yemek salonunda oturmuş, birkaç küçük çocuk oradan oraya
koşuşturuyordu. Bu atmosfer, sadece Lili’nin değil üçünün de içini sıcacık etti.
Ertesi
sabah Lili erkenden uyandı, heyecanla giyindi ve diğerlerini kahvaltı odasında
bekledi. Üçü birlikte Val-Jalbert’e girdiklerinde, "İşte
buradayız," dedi Eda, kayınvalidesinin koluna girerek. Bir an zamanı
durdurup, ortak mutluluğu içlerine çektiler.
Günü
orada geçirdiler. Eski okul binasında rahibelerin kaldığı odaları ziyaret
ettiler, öğrencilerin sıralarına oturdular. Kasaba
aynen anlatıldığı gibiydi, o yıllarda oralarda daha evlerinde elektrik ve akan
su olan tek yerdi, çevre köylülerin hayranlıkla gelip iç çektiği bir yer
olmuştu. Teleferikle yukarıdaki şelaleye çıkıp manzarayı izlediler; aşağıda
gölü, barajı ve fabrikanın kalıntılarını seyrettiler. Fabrikayı, değirmeni
gezip, kasabanın geçmişini adım adım yaşadılar.
Val-Jalbert,
restore edilmiş evleri, eski fabrika binaları ve sessiz sokaklarıyla zamanda
donmuş gibiydi. Lili, her adımda kitaptaki sahneleri hatırlıyordu. "Burası...
Marie-Claire'in yaşadığı ev olabilir," diye mırıldandı, küçük bir
tahta evin önünde durarak.
Otele
dönerken "Bir kitap yazmak istiyorum." dedi, Charles çok şaşırmıştı. "Ne
hakkında, anne?" diye sormadan edemedi. Lili uzun süre gözlerini
parmaklarında gezdirdikten sonra cevap verdi. "Val-Jalbert hakkında. Ama
sadece tarihini anlatan bir kitap değil... Bu kasabayı gezen bir kadının
hikâyesi. Belki gezdiğim başka yerleri de yazarım. Yani belki de... benim
hikâyem. Kim bilir içinde belki size de yer veririm" derken kahkahalarını
tutamadı Üçü birden gülüştüler. Romanda kendilerini verilmesini istedikleri
rolleri abartılı şekilde anlattılar. Aksam manastırdan bozma otellerinde
şaraplarını yudumlarken hikayeler derinleşti. Eda da bir şeyler yazmaya yeltendiğini
ilk defa orada anlattı. Ama hep dört beş sayfayı geçemeyen hikayecikler
oluyordu.
Kitabı, bir
yıl sonra “Lili Teyze Yollarda” adıyla yayınlandığında, Belçika'da küçük bir
edebiyat olayı yarattı. 80 yaşındaki bir kadının kaleme aldığı bu seyahatname
sadece onun Mısır’da, Romanya’da Özbekistan’da ve Kanada’da yaşadıklarını değil,
umutlarıyla hayalleriyle ve hayal kırıklıklarıyla bir ömrü anlatıyordu.
Kitabın
tanıtımı için Quebec'e döndüğünde, Val-Jalbert'e bir kez daha gitti. Bu sefer,
kasabanın girişindeki plakada onun adı da vardı:
"Lili
Teyze, Val-Jalbert'in Ruhunu Yaşayan Kadın, buradaydı."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder