Profil

Fotoğrafım
Ekim 2024'de yazmaya başladığım hikayelerimi ve yaptığım resimlerden bazılarını burada topladım. - - - I have gathered here the stories I started writing in October 2024, as well as some of my paintings. - - - J'ai rassemblé ici les histoires que j'ai commencées à écrire en octobre 2024, ainsi que quelques-unes de mes peintures.

23 Mayıs 2025 Cuma

16- Aile Toplantısı 1. Bölüm

 

1

Avlu kapısından eve kadar uzanan geniş alana, uzunca iki masa kurulmuş büyük dayı Ayhan ve büyük teyze Ayla baş köşeye oturmuştu. Diğer aile üyeleri de masalarda yerlerini almıştı. Turgay ve Ertan dayılar mangalın başında etleri pişiriyor, üçüncü kuşaktan gençler tabaklara dağıtıyordu.

Erik ve dut ağaçlarının dallarından sarkan renkli süslemelerle birlikte, gün boyu güneş enerjisiyle dolan lambalar hafif hafif rüzgârda salınıyordu. Akşam karanlığı çöktüğünde yakmak için masaların ortasından ipli lambalar uzatılmıştı. Bu sıcak Temmuz akşamında, güneş batıya doğru yol alırken ortalığı hâlâ kavuruyordu.

Avlunun büyük demir kapısının dışında aile bireylerinin arabaları sıralanmıştı. Bir araba farının yaklaştığını görünce, Çiğdem misafirlerden henüz gelemeyenler var mı diye masaya baktı. Son anda kızının Ankara’daki konservatuar sınavından sonra yetişen kuzeni Nesil dahil herkes oradaydı. Ancak annesinin Filyos’tan Mengen’e çok geniş sülalesi göz önünde bulundurulduğunda, davetsiz misafir gelmesi de mümkündü.

Farlarını gördüğü araç yaklaşınca bunun 1960’lardan üstü açık bir Jaguar E-type olduğunu fark etti. Tam da eşi Jacques’ın beğendiği gibi göz alıcı güzellikte bebek mavisiydi. Çok nadir bulunan bu arabayı buralarda görmek Çiğdem’i gülümsetti. Merakla avlu kapısına doğru yürürken hem koruma içgüdüsüyle hem de arabaya olan merakından olsa gerek, Jacques da bir koşu ona eşlik etti. Masadakiler de gözlerini oraya çevirdiler. Araba avlunun beş altı metre ilerisinde ikinci sıra araçların yanına park etti.

Çiğdem bu büyük aile buluşmasını bir yıldır planlamış ve işte o gün gelmişti. Annesi Leman’ın doğduğu büyük ahşap evin bahçesindeydiler. Annesi yetmiş üç yıl önce Karadeniz kıyılarındaki antik kent Filyos’ta bu evde dünyaya gelmişti. Bugün hepsi bu masanın etrafında hazır bulunan sekiz kardeşin üçüncüsüydü.

Çiğdem, Jacques’ın anne tarafının her yıl Brüksel’de düzenli olarak yaptıkları aile buluşmalarından ilham almıştı. Kayınvalidesi Jacqueline’in annesinin adı Marie’ydi. 15 Ağustos Meryem’in göğe yükselişi yortusu, Katolik aleminde resmî tatil günü olduğu için, hazır okullar da yaz tatilindeyken o günü aile partisine dönüştürme fikri kırk yıl evvel büyük abladan çıkmış ve gelenek aksamadan bu günlere gelmişti. Çiğdem de Jacques’ın eşi sıfatıyla bu buluşmalara davet ediliyordu.

Jacqueline yedi kardeşti ve annesi gibi ailenin üç numarasıydı. Kardeşler üçer beşer çocuk sahibiydi. Gelin ve damatlar, torunlar ve artık onların kız ve erkek arkadaşlarıyla yüz yirmiye yakın dev bir aile olmuşlardı. Elbette boşanmalar, değişen ilişkiler katılımcıları her yıl biraz değiştiriyor, bazı yüzler eksiliyor, bazı yenileri ekleniyordu ama her yıl parti yetmiş seksen kişinin altına düşmüyordu.  

Jacques’ın büyük teyzesinin kızlarından biri, bir milletvekiliyle evliydi. Bu enişte, tam bir politikacıydı, ilgi odağı olmayı sever, mikrofonu elinden bırakmaz, büyük bir coşkuyla konuşur, aileyi eğlendirmek için topluca şarkılar söyletir, dans ettirir, aileye yeni katılanları tanıtır, şakalar yapardı. Çiğdem ilk kez katıldığında, meşhur enişte mikrofonu ona uzatıp, bir şarkı söylemesi istemişti. Ama o çok utanmış, sadece birkaç kelimeyle aileyi selamlamakla yetinmişti. Sonraki toplantılarda yavaş yavaş teyzeleri ve kuzenleriyle tanışmış, onları çok sevmişti.

Kendi ailesinin de benzer bir buluşma yapması hayali her yıl biraz daha güçleniyordu. Çiğdem büyük ailelere gıpta ediyordu, kendi kardeşleriyle ayrı ülkelerde oturdukları için onları Noel’de bir de yaz tatilinde görüyor, Jacques’ın kardeşleriyle yaptığı gibi beraber tatiller yapabilmeyi hayal ediyordu. Ancak yoğun iş hayatı bu hayalleri gerçekleştirmesine imkân vermemişti.  

2023’te yaşamları birden değişti. Eşi Kanada’da iş teklifi alınca, Çiğdem’in de bir süreliğine işi bırakıp onun peşine takılmasıyla, kendilerini bir buçuk yıllığına Quebec’de bulmuşlardı. O yaz Çiğdem zihninde kendi ailesinin buluşma fikrini iyiden iyiye geliştirdi ve o günlerde zamanı çok olduğu için “Pekâlâ bunu ben düzenleyebilirim” deyip, harekete geçti.

Annesi Leman sekiz kardeşti, ama ailede çocuk ve torun sayısı pek azdı. Çiğdem onları listelemiş, eşleri de saydığında, elliyi bulmadıklarını görmüş ve “En az otuzumuz bir araya gelebiliriz” diye düşünmüştü.  Jacques’ın ailesinde işler kolaydı. Ailenin büyük bölümü Brüksel’in yakınlarında, yüz kilometre çapında bir alanda yaşıyordu. Oysa Çiğdem’in ailesi sadece Türkiye’nin değil Avrupa’nın dört bir yanına dağılmıştı. Avrupa’da farklı ülkelerde, Türkiye’de farklı şehirlerdeydiler.

Aile bireyleri birbirlerini seviyor ve ziyaret ediyordu. Hatta dördü geçen yıl birlikte bir balkan gezisi bile yapmıştı. Ama sekizini birden toplamak bir ilk olacaktı. Belki her yıl tekrarlanan bir gelenek haline getirmek de mümkün olmazdı. Ama Çiğdem 2024 temmuzunda en azından bir kez, büyük bir buluşma gerçekleştirmekte kararlıydı.  

Daha buluşmaya on bir ay kala iki WhatsApp grubu kurmuş, birine tüm aileyi, diğerine organizasyona yardım edebileceğini düşündüğü dört kişiyi davet etmişti. Gruplar kurulur kurulmaz, aileyle haşır neşir olma şansı yakalamıştı ve fikrinin kabul görmesine çok mutlu olmuş, hevesi iyice artmıştı. Özellikle büyük teyzesi Ayla “Çok takdir ettim seni Çiğdem,” demişti. “Bir ilki başarıyorsun. Sana çok teşekkür ederim.” Bu, Çiğdem’i çok duygulandırmıştı.

Organize İşler adını verdiği küçük gruba Filyos’a yakın oturan ortanca dayı Turgay’ı, büyük teyzenin kızları Selin ve Pelin’i ve Zonguldak’ta yaşayan büyük dayısı Ayhan’ı davet etmişti. Turgay yeme içme konularını üstlenmiş, kuzenleri Selin ve Pelin dekorasyon ve etkinliklere el atmıştı. Büyük dayısı Ayhan Bey evi ziyarete uygun hale getirilmesi için ilk iş bir bahçıvan tutacaktı.

Başlarda ailede çatlak sesler çıkmıştı. Urla’da kafesi olan bir kuzeni temmuz ayının en hareketli dönem olduğunu, diğer kuzeni, kızının konservatuar sınavlarına denk geldiğini söylemişti. Venedik’te yasayan kuzeni Ulaş’a ulaşılmıyordu bile. Belki de babası Ayhan’la ilişkisi iyi olmadığı için gelmeyi istemiyordu.

O günlerde olmadık konulardan tartışmalar hatta kavgalar çıkmıştı. Çiğdem bir ara çok yorulmuştu. Jacques’a “Sizinkilere madalya vermek lazım. Bizimkiler daha toplanmadan birbirine girdiler.”, dediğinde Jacques o sakin yumuşak sesiyle, “Her ailede olur, aşkım dert etme” diye onu teselli etmişti. Sonra da küçük dayısının içki içince sapıttığını, Miette teyzesinin de küçük kardeşini savunmaya koyulduğunu ve kaç kere bu yüzden kavga çıktığını anlatmıştı. İçkici dayı son yıllarda artık buluşmalara gelmiyordu. Çiğdem onu hiç görmemişti.  

Ekim ayında, buluşmaya dokuz ay kala, küçük hikayeler yazmaya soyunduğu günlerdi ve Çiğdem’in aklına harika bir fikir daha gelmişti. Aile tarihçesini bir kitapçık olarak yazacak ve buluşmada dağıtacaktı. Jacques’ın ailesinde, her toplantıya getirilen, bir metre boyunda dev bir fotoğraf albümü ve ufak albüm ve anı defterleri bulunurdu. Çiğdem, bunları büyük bir ilgiyle incelemiş, şimdi yetmiş-seksen yaşlarında olan kardeşlerin gençlik fotoğraflarını görmekten büyük zevk almıştı.  

Kasım ayında, eşini Kanada’da bırakıp bir buçuk aylığına Türkiye’ye gitti. İzmir’de yaşayan annesiyle beraber bavulları toplayıp bir aile turuna çıktılar. Bursa, Denizli ve İstanbul’da teyze ve dayıları tek tek ziyaret ettiler. Çiğdem herkesin elindeki fotoğrafları tarayıp çoğalttı. Aileyle ilgili bilgileri, büyük anneler ve dedelerin yaşantıları hakkında hikayeleri derledi.

Ne yazık ki Jacques’ın ailesinin albümü gibi büyük, güzel bir albüm yapacak kadar fotoğraf çıkmadı. En eski fotoğraf 1935’te çekilmişti. 1877 doğumlu büyük dedesi Mehmet Bey’in 58 yaşındaki haliyle vesikalık fotoğrafıydı. 1935-1965 arasından taş çatlasa otuz fotoğraf çıktı. Bunlardan bazıları öyle yıpranmıştı ki, insanları tanımak imkânsızdı.

Son durak Zonguldak’a, oradan da büyük dayısı Ayhan’la birlikte Filyos’taki terk edilmiş aile evine geldiklerinde, büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Yıllardır görmediği ev harabeye dönmüştü. Geniş bahçe çalılar, sarmaşıklar ve yüksek otlarla kaplıydı. Bu aile büyüklerinin “Yeni Konak” diye adlandırdığı dev ahşap ev hiç de yeni değil, tam tersine yıkık döküktü. Bu ismin tek sebebi, dedesinin dedesi Osman Bey’in 1880’lerde inşa ettirdiği eve, Eski Konak denmesiydi. Dedesinin babası Mehmet Bey, 1915’te Eski Konağın 100 metre ilerisine yeni bir ev yaptırınca, burası doğal olarak Yeni Konak adını almıştı. Eski konak 1950’lerde yıkıldıktan sonra da bu ikinci evin adı değişmeden bugüne kadar Yeni Konak olarak kalmıştı. Ev yapılırken yanına dikilen dut ağacı da 110 yaşındaydı. Dut hâlâ lezzetli meyveler veriyor ama ev, içine otuz kırk kişi girse çökecekmiş gibi duruyordu.

Bu evde Mehmet Bey’in yedi çocuğu dünyaya gelmişti. Bunlardan en küçük olan Rıza Bey, Çiğdem’in dedesiydi ve abileri ablaları Osmanlı döneminde doğmuş olsalar da o bir Cumhuriyet bebeğiydi. Rıza bey yıllar sonra bu evde kendi ailesini kurmuş ve sekiz çocuğunu bu evde büyütmüştü. Ne var ki, ev eski ihtişamını çoktan kaybetmişti.

Korkarak eve girip gıcırdayan merdivenleri çıktı. Üst kat karanlık ve nem kokuyordu. Elektrik kabloları yetmişlerde takılmış ve elektrik düğmesinden tavana giden kablolar, duvara sonradan tutturulmuştu. Lambayı yaktığında, birden elli yıl geri gidip çocukluğunu ve anneannesi hatırladı. Şimdi halılar, kitaplar ve fotoğraflar Karadeniz’in nemine yenik düşmüştü. Hatta Çiğdem’in çocukluğundan hatırladığı bazı eşyalar büyük ihtimalle ya dayısının evine taşınmış ya da ilgisizlikten çöpe atılmıştı. Devasa ev, yer kaymaları yüzünden hafifçe yana yatmış, bazı döşeme tahtaları kırıldığı için üst kattan alt kata delikler açılmıştı. Ahşap kararmış, cumbalarındaki dantelli beyaz perdeler sararmıştı.

Çiğdem eve üzüntüyle bakmış, evde misafir ağırlamanın mümkün olmadığını görmüş, buluşmanın bahçede düzenlenmesi konusunda dayısıyla ayni fikre gelmişti. Bahçe bakımsızdı ama temizlenebilirdi. Karadeniz’in yazına hiç güven olmayacağı, her an bir deli yağmurun kopabileceği düşünülerek, brandalar tedarik edilmeliydi.

Ama iklim değişikliği sebebiyle olsa gerek, 2024 yazı çok sıcak başladı, haziran boyunca bir damla yağmur yağmadı. Organizasyon komitesi buluşmadan bir hafta önce Filyos’a geldiklerinde otlar Ege’deymiş gibi sararmış, sulamak zorunda kalmışlardı.

İşte o sıcak Temmuz akşamında, aile, Yeni Konağın bahçesinde, neşe içinde sohbete dalmıştı. Kahkahalar yankılanıyor, fonda Spotify’dan hazırlanmış Türkçe caz ve sanat müziği listesi hafifçe çalıyor, anılara eşlik ediyordu.

Çiğdem, avlu kapısına yaklaştığında, açık mavi antika arabadan, bastonlu, beyaz keten gömleğinin altında bej pantolonuyla yaşlı şık bir adam indi. Üstü açık arabanın arka koltuğunda fötr şapkasını alıp başına koydu ve bastonuna yaslanarak onlara doğru yürümeye başladı. Bu sırada birkaç kişi masalarında doğruldu. Devasa kararmış ahşap evin önündeki renkli kalabalık sus pus oldu, fonda Ajda Pekkan’ın ‘Fakat ne yazık ki sokak boştu…’ diyen sesi yapayalnız kaldı.

Çiğdem kasım ayında buraya geldiğinde bir sürü insanla tanışmış, aile bireyleri dışında daha eski tarihleri ögrenmek için iki bölgesel yazarla buluşmuştu. Bu adam onlardan biri olabilir mi diye hafızasını yokladı. Yok değildi.

Yazarlardan biri doksan yaşında, Köy Enstitüsü mezunu Ali Nuri Bey’di. Bu bey, bölgede okul müdürlüğü yapmış ve yörenin tarihiyle ilgili kitaplar yazmıştı. Diğeri anneannesinin soyundan gelen bir yazardı o da eski bir öğretmendi ve Rumbeyoğulları’nın 550 yıllık tarihini anlatan soy araştırmasına yoğunlaşmış bir kitap yazmıştı. O sülaledeki atalarında iki sadrazam bulunduğu için, Çiğdem ailenin o tarafı hakkında hem internette hem akademik alanda birçok başka bilgi de bulmuştu. İki yazardan da kitaplarını imzalı olarak alıp yanında Montreal’e getirmişti. Döndüğünde fotoğrafları, anıları, tarihi belgeleri ve hatta akademik tezlerden ve DNA araştırmalarından edindiği bulguları birleştirip, dört beş aylık çalışmayla kitapçığını yazmıştı.

Kitapta, yörenin değişiminden de bahsetmiş, Filyos çayının azgın sularında yıkılan köprülerin yerine halatla sandalları çeken kayıkçılara, bölgedeki eski kilise ve camilere, camileri yaptıran eski aile bireylerine, cumhuriyetle birlikte metreslerden ilk okullara dönüşen eğitime yer vermişti.

Aile Osmanlı döneminde saltanatçıydı. I. Abdülhamit dönemindeki sadrazamı İzzet Mehmet Paşa’nın oğulları da sarayda çalışmaya devam etmişler, hanedanlarının kızlarıyla evlenmişlerdi. Tanzimat gelmiş, Fransızca bilmeyen, gelişime ayak uyduramayan takım saraydan uzaklaşmıştı. Ataları 1840larda Filyos’a dönmüştü ve bölgede beylik yapmışlardı. Ama İstanbul’da kalan küçük kardeşleri saltanata son saniyeye kadar sarılıp oğlunu diploman olarak yetiştirmişti: O da Sevr Anlaşması’nda görev alıp Atatürk’ün 150 kişilik istenmeyen kişiler listesinde sürgün edilmişti. Bu gelen adam, o adamın torunu olabilir mi diye düşünmeden edemedi.

Dedesinin ve anneannesinin aileleri cumhuriyet döneminde cumhuriyetçilerin ön saflarındaydılar ve 1934 Soyadı Kanunu’yla cumhuriyetin milliyetçi ruhuna uygun soyadları almışlardı. Anneannesi Mihriye Hanım’ın 1941’de zarif gelinlikle evlenmişti. Annesi Leman bu kıyafetlerin güzelliğini hatırlıyor, kesinlikle mübadeleden sonra tek tük kalan Rumların işidir diyordu. Anneannesininki kadar köklü olmasa da dedesi Rıza Bey de saygın bir aileden geliyordu. Bir paşa torunu değildi ama derebeyi kökenliydi. Konaklarda yaşayan, mahiyetlerinde çalışanları olan, yanlarında birkaç atlıyla gezen ve isimleri hep Bey ekiyle konuşulan, kırsal, soylu bir ailenin en küçük oğluydu.

Ailede ilginç evlatlıklar da vardı. Ama evlatlıkların miraslardan pay alamadığını ve bazı durumlarda belki de evlilik dışı çocuklar olduğunu ögrenmişti. Belki de onlardan biridir kim bilir.

Ailenin erkekleri hakkında bilgi toplasa da kadınları hakkında pek de bir şey ögrenememişti. Ah diyordu, Soyadı Kanunu yüz yıl daha önce, Tanzimat Dönemi’nde getirilmiş olsaydı, ailenin kadınlar hakkında ne kadar çok bilgi toplanırdı. Bu düşüncelerle bahçe kapısına ulaştı.

 

Devamı 2. bölüm. Gelecek hafta

..

Köklerde Buluşmak, Hatıralarda Yaşamak.

Çiğdem, annesinin Karadeniz kıyısındaki doğduğu evin bahçesinde büyük bir aile buluşması düzenler. Belçikalı eşinin ailesinden ilhamla planladığı bu toplantı için aylarca çalışır, aile üyelerini bir araya getirir ve geçmişi belgeleyen bir kitapçık hazırlar. Harap hâlde olan eski konağın bahçesi temizlenir, sofralar kurulur. Tam her şey yolunda giderken, üstü açık klasik bir arabayla gelen gizemli bir adamın gelişi, geçmişle ilgili sırların ortaya çıkacağının habercisi olur. Aile Toplantısı, köklere dönüş, aile bağları ve hafızayla örülü sıcak bir buluşma hikâyesidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder