Avlu
kapısından eve kadar uzanan geniş alana, uzunca iki masa kurulmuş büyük dayı
Ayhan ve büyük teyze Ayla baş köşeye oturmuştu. Diğer aile üyeleri de masalarda
yerlerini almıştı. Turgay ve Ertan dayılar mangalın başında etleri pişiriyor,
üçüncü kuşaktan gençler tabaklara dağıtıyordu.
Erik
ve dut ağaçlarının dallarından sarkan renkli süslemelerle birlikte, gün boyu
güneş enerjisiyle dolan lambalar hafif hafif rüzgârda salınıyordu. Akşam
karanlığı çöktüğünde yakmak için masaların ortasından ipli lambalar uzatılmıştı.
Bu sıcak Temmuz akşamında, güneş batıya doğru yol alırken ortalığı hâlâ
kavuruyordu.
Avlunun
büyük demir kapısının dışında aile bireylerinin arabaları sıralanmıştı. Bir
araba farının yaklaştığını görünce, Çiğdem misafirlerden henüz gelemeyenler var
mı diye masaya baktı. Son anda kızının Ankara’daki konservatuar sınavından
sonra yetişen kuzeni Nesil dahil herkes oradaydı. Ancak annesinin Filyos’tan
Mengen’e çok geniş sülalesi göz önünde bulundurulduğunda, davetsiz misafir
gelmesi de mümkündü.
Farlarını
gördüğü araç yaklaşınca bunun 1960’lardan üstü açık bir Jaguar E-type olduğunu fark
etti. Tam da eşi Jacques’ın beğendiği gibi göz alıcı güzellikte bebek
mavisiydi. Çok nadir bulunan bu arabayı buralarda görmek Çiğdem’i gülümsetti. Merakla
avlu kapısına doğru yürürken hem koruma içgüdüsüyle hem de arabaya olan
merakından olsa gerek, Jacques da bir koşu ona eşlik etti. Masadakiler de
gözlerini oraya çevirdiler. Araba avlunun beş altı metre ilerisinde ikinci sıra
araçların yanına park etti.
Çiğdem
bu büyük aile buluşmasını bir yıldır planlamış ve işte o gün gelmişti. Annesi
Leman’ın doğduğu büyük ahşap evin bahçesindeydiler. Annesi yetmiş üç yıl önce
Karadeniz kıyılarındaki antik kent Filyos’ta bu evde dünyaya gelmişti. Bugün
hepsi bu masanın etrafında hazır bulunan sekiz kardeşin üçüncüsüydü.
Çiğdem,
Jacques’ın anne tarafının her yıl Brüksel’de düzenli olarak yaptıkları aile
buluşmalarından ilham almıştı. Kayınvalidesi Jacqueline’in annesinin adı Marie’ydi.
15 Ağustos Meryem’in göğe yükselişi yortusu, Katolik aleminde resmî tatil günü
olduğu için, hazır okullar da yaz tatilindeyken o günü aile partisine
dönüştürme fikri kırk yıl evvel büyük abladan çıkmış ve gelenek aksamadan bu
günlere gelmişti. Çiğdem de Jacques’ın eşi sıfatıyla bu buluşmalara davet
ediliyordu.
Jacqueline
yedi kardeşti ve annesi gibi ailenin üç numarasıydı. Kardeşler üçer beşer çocuk
sahibiydi. Gelin ve damatlar, torunlar ve artık onların kız ve erkek
arkadaşlarıyla yüz yirmiye yakın dev bir aile olmuşlardı. Elbette boşanmalar,
değişen ilişkiler katılımcıları her yıl biraz değiştiriyor, bazı yüzler
eksiliyor, bazı yenileri ekleniyordu ama her yıl parti yetmiş seksen kişinin
altına düşmüyordu.
Jacques’ın
büyük teyzesinin kızlarından biri, bir milletvekiliyle evliydi. Bu enişte, tam
bir politikacıydı, ilgi odağı olmayı sever, mikrofonu elinden bırakmaz, büyük
bir coşkuyla konuşur, aileyi eğlendirmek için topluca şarkılar söyletir, dans
ettirir, aileye yeni katılanları tanıtır, şakalar yapardı. Çiğdem ilk kez katıldığında,
meşhur enişte mikrofonu ona uzatıp, bir şarkı söylemesi istemişti. Ama o çok
utanmış, sadece birkaç kelimeyle aileyi selamlamakla yetinmişti. Sonraki
toplantılarda yavaş yavaş teyzeleri ve kuzenleriyle tanışmış, onları çok sevmişti.
Kendi
ailesinin de benzer bir buluşma yapması hayali her yıl biraz daha güçleniyordu.
Çiğdem büyük ailelere gıpta ediyordu, kendi kardeşleriyle ayrı ülkelerde
oturdukları için onları Noel’de bir de yaz tatilinde görüyor, Jacques’ın kardeşleriyle
yaptığı gibi beraber tatiller yapabilmeyi hayal ediyordu. Ancak yoğun iş hayatı
bu hayalleri gerçekleştirmesine imkân vermemişti.
2023’te
yaşamları birden değişti. Eşi Kanada’da iş teklifi alınca, Çiğdem’in de bir
süreliğine işi bırakıp onun peşine takılmasıyla, kendilerini bir buçuk
yıllığına Quebec’de bulmuşlardı. O yaz Çiğdem zihninde kendi ailesinin buluşma fikrini
iyiden iyiye geliştirdi ve o günlerde zamanı çok olduğu için “Pekâlâ bunu ben düzenleyebilirim”
deyip, harekete geçti.
Annesi
Leman sekiz kardeşti, ama ailede çocuk ve torun sayısı pek azdı. Çiğdem onları
listelemiş, eşleri de saydığında, elliyi bulmadıklarını görmüş ve “En az otuzumuz
bir araya gelebiliriz” diye düşünmüştü. Jacques’ın
ailesinde işler kolaydı. Ailenin büyük bölümü Brüksel’in yakınlarında, yüz
kilometre çapında bir alanda yaşıyordu. Oysa Çiğdem’in ailesi sadece
Türkiye’nin değil Avrupa’nın dört bir yanına dağılmıştı. Avrupa’da farklı
ülkelerde, Türkiye’de farklı şehirlerdeydiler.
Aile
bireyleri birbirlerini seviyor ve ziyaret ediyordu. Hatta dördü geçen yıl
birlikte bir balkan gezisi bile yapmıştı. Ama sekizini birden toplamak bir ilk
olacaktı. Belki her yıl tekrarlanan bir gelenek haline getirmek de mümkün olmazdı.
Ama Çiğdem 2024 temmuzunda en azından bir kez, büyük bir buluşma gerçekleştirmekte
kararlıydı.
Daha
buluşmaya on bir ay kala iki WhatsApp grubu kurmuş, birine tüm aileyi, diğerine
organizasyona yardım edebileceğini düşündüğü dört kişiyi davet etmişti. Gruplar
kurulur kurulmaz, aileyle haşır neşir olma şansı yakalamıştı ve fikrinin kabul
görmesine çok mutlu olmuş, hevesi iyice artmıştı. Özellikle büyük teyzesi Ayla “Çok
takdir ettim seni Çiğdem,” demişti. “Bir ilki başarıyorsun. Sana çok teşekkür
ederim.” Bu, Çiğdem’i çok duygulandırmıştı.
Organize
İşler adını verdiği küçük gruba Filyos’a yakın oturan ortanca dayı Turgay’ı,
büyük teyzenin kızları Selin ve Pelin’i ve Zonguldak’ta yaşayan büyük dayısı Ayhan’ı
davet etmişti. Turgay yeme içme konularını üstlenmiş, kuzenleri Selin ve Pelin
dekorasyon ve etkinliklere el atmıştı. Büyük dayısı Ayhan Bey evi ziyarete
uygun hale getirilmesi için ilk iş bir bahçıvan tutacaktı.
Başlarda
ailede çatlak sesler çıkmıştı. Urla’da kafesi olan bir kuzeni temmuz ayının en
hareketli dönem olduğunu, diğer kuzeni, kızının konservatuar sınavlarına denk
geldiğini söylemişti. Venedik’te yasayan kuzeni Ulaş’a ulaşılmıyordu bile.
Belki de babası Ayhan’la ilişkisi iyi olmadığı için gelmeyi istemiyordu.
O
günlerde olmadık konulardan tartışmalar hatta kavgalar çıkmıştı. Çiğdem bir ara
çok yorulmuştu. Jacques’a “Sizinkilere madalya vermek lazım. Bizimkiler daha
toplanmadan birbirine girdiler.”, dediğinde Jacques o sakin yumuşak sesiyle, “Her
ailede olur, aşkım dert etme” diye onu teselli etmişti. Sonra da küçük dayısının
içki içince sapıttığını, Miette teyzesinin de küçük kardeşini savunmaya
koyulduğunu ve kaç kere bu yüzden kavga çıktığını anlatmıştı. İçkici dayı son
yıllarda artık buluşmalara gelmiyordu. Çiğdem onu hiç görmemişti.
Ekim
ayında, buluşmaya dokuz ay kala, küçük hikayeler yazmaya soyunduğu günlerdi ve
Çiğdem’in aklına harika bir fikir daha gelmişti. Aile tarihçesini bir kitapçık olarak
yazacak ve buluşmada dağıtacaktı. Jacques’ın ailesinde, her toplantıya
getirilen, bir metre boyunda dev bir fotoğraf albümü ve ufak albüm ve anı
defterleri bulunurdu. Çiğdem, bunları büyük bir ilgiyle incelemiş, şimdi
yetmiş-seksen yaşlarında olan kardeşlerin gençlik fotoğraflarını görmekten
büyük zevk almıştı.
Kasım
ayında, eşini Kanada’da bırakıp bir buçuk aylığına Türkiye’ye gitti. İzmir’de yaşayan
annesiyle beraber bavulları toplayıp bir aile turuna çıktılar. Bursa, Denizli
ve İstanbul’da teyze ve dayıları tek tek ziyaret ettiler. Çiğdem herkesin
elindeki fotoğrafları tarayıp çoğalttı. Aileyle ilgili bilgileri, büyük anneler
ve dedelerin yaşantıları hakkında hikayeleri derledi.
Ne
yazık ki Jacques’ın ailesinin albümü gibi büyük, güzel bir albüm yapacak kadar
fotoğraf çıkmadı. En eski fotoğraf 1935’te çekilmişti. 1877 doğumlu büyük
dedesi Mehmet Bey’in 58 yaşındaki haliyle vesikalık fotoğrafıydı. 1935-1965
arasından taş çatlasa otuz fotoğraf çıktı. Bunlardan bazıları öyle yıpranmıştı
ki, insanları tanımak imkânsızdı.
Son
durak Zonguldak’a, oradan da büyük dayısı Ayhan’la birlikte Filyos’taki terk edilmiş
aile evine geldiklerinde, büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Yıllardır
görmediği ev harabeye dönmüştü. Geniş bahçe çalılar, sarmaşıklar ve yüksek
otlarla kaplıydı. Bu aile büyüklerinin “Yeni Konak” diye adlandırdığı dev ahşap
ev hiç de yeni değil, tam tersine yıkık döküktü. Bu ismin tek sebebi, dedesinin
dedesi Osman Bey’in 1880’lerde inşa ettirdiği eve, Eski Konak denmesiydi. Dedesinin
babası Mehmet Bey, 1915’te Eski Konağın 100 metre ilerisine yeni bir ev yaptırınca,
burası doğal olarak Yeni Konak adını almıştı. Eski konak 1950’lerde yıkıldıktan
sonra da bu ikinci evin adı değişmeden bugüne kadar Yeni Konak olarak kalmıştı.
Ev yapılırken yanına dikilen dut ağacı da 110 yaşındaydı. Dut hâlâ lezzetli
meyveler veriyor ama ev, içine otuz kırk kişi girse çökecekmiş gibi duruyordu.
Bu
evde Mehmet Bey’in yedi çocuğu dünyaya gelmişti. Bunlardan en küçük olan Rıza
Bey, Çiğdem’in dedesiydi ve abileri ablaları Osmanlı döneminde doğmuş olsalar
da o bir Cumhuriyet bebeğiydi. Rıza bey yıllar sonra bu evde kendi ailesini
kurmuş ve sekiz çocuğunu bu evde büyütmüştü. Ne var ki, ev eski ihtişamını
çoktan kaybetmişti.
Korkarak
eve girip gıcırdayan merdivenleri çıktı. Üst kat karanlık ve nem kokuyordu. Elektrik
kabloları yetmişlerde takılmış ve elektrik düğmesinden tavana giden kablolar,
duvara sonradan tutturulmuştu. Lambayı yaktığında, birden elli yıl geri gidip çocukluğunu
ve anneannesi hatırladı. Şimdi halılar, kitaplar ve fotoğraflar Karadeniz’in nemine
yenik düşmüştü. Hatta Çiğdem’in çocukluğundan hatırladığı bazı eşyalar büyük ihtimalle
ya dayısının evine taşınmış ya da ilgisizlikten çöpe atılmıştı. Devasa ev, yer
kaymaları yüzünden hafifçe yana yatmış, bazı döşeme tahtaları kırıldığı için
üst kattan alt kata delikler açılmıştı. Ahşap kararmış, cumbalarındaki dantelli
beyaz perdeler sararmıştı.
Çiğdem
eve üzüntüyle bakmış, evde misafir ağırlamanın mümkün olmadığını görmüş, buluşmanın
bahçede düzenlenmesi konusunda dayısıyla ayni fikre gelmişti. Bahçe bakımsızdı
ama temizlenebilirdi. Karadeniz’in yazına hiç güven olmayacağı, her an bir deli
yağmurun kopabileceği düşünülerek, brandalar tedarik edilmeliydi.
Ama
iklim değişikliği sebebiyle olsa gerek, 2024 yazı çok sıcak başladı, haziran boyunca
bir damla yağmur yağmadı. Organizasyon komitesi buluşmadan bir hafta önce Filyos’a
geldiklerinde otlar Ege’deymiş gibi sararmış, sulamak zorunda kalmışlardı.
İşte
o sıcak Temmuz akşamında, aile, Yeni Konağın bahçesinde, neşe içinde sohbete
dalmıştı. Kahkahalar yankılanıyor, fonda Spotify’dan hazırlanmış Türkçe caz ve
sanat müziği listesi hafifçe çalıyor, anılara eşlik ediyordu.
Çiğdem,
avlu kapısına yaklaştığında, açık mavi antika arabadan, bastonlu, beyaz keten
gömleğinin altında bej pantolonuyla yaşlı şık bir adam indi. Üstü açık arabanın
arka koltuğunda fötr şapkasını alıp başına koydu ve bastonuna yaslanarak onlara
doğru yürümeye başladı. Bu sırada birkaç kişi masalarında doğruldu. Devasa kararmış
ahşap evin önündeki renkli kalabalık sus pus oldu, fonda Ajda Pekkan’ın ‘Fakat
ne yazık ki sokak boştu…’ diyen sesi yapayalnız kaldı.
Çiğdem
kasım ayında buraya geldiğinde bir sürü insanla tanışmış, aile bireyleri
dışında daha eski tarihleri ögrenmek için iki bölgesel yazarla buluşmuştu. Bu
adam onlardan biri olabilir mi diye hafızasını yokladı. Yok değildi.
Yazarlardan
biri doksan yaşında, Köy Enstitüsü mezunu Ali Nuri Bey’di. Bu bey, bölgede okul
müdürlüğü yapmış ve yörenin tarihiyle ilgili kitaplar yazmıştı. Diğeri anneannesinin
soyundan gelen bir yazardı o da eski bir öğretmendi ve Rumbeyoğulları’nın 550
yıllık tarihini anlatan soy araştırmasına yoğunlaşmış bir kitap yazmıştı. O sülaledeki
atalarında iki sadrazam bulunduğu için, Çiğdem ailenin o tarafı hakkında hem
internette hem akademik alanda birçok başka bilgi de bulmuştu. İki yazardan da
kitaplarını imzalı olarak alıp yanında Montreal’e getirmişti. Döndüğünde fotoğrafları,
anıları, tarihi belgeleri ve hatta akademik tezlerden ve DNA araştırmalarından
edindiği bulguları birleştirip, dört beş aylık çalışmayla kitapçığını yazmıştı.
Kitapta,
yörenin değişiminden de bahsetmiş, Filyos çayının azgın sularında yıkılan
köprülerin yerine halatla sandalları çeken kayıkçılara, bölgedeki eski kilise
ve camilere, camileri yaptıran eski aile bireylerine, cumhuriyetle birlikte metreslerden
ilk okullara dönüşen eğitime yer vermişti.
Aile
Osmanlı döneminde saltanatçıydı. I. Abdülhamit dönemindeki sadrazamı İzzet Mehmet
Paşa’nın oğulları da sarayda çalışmaya devam etmişler, hanedanlarının kızlarıyla
evlenmişlerdi. Tanzimat gelmiş, Fransızca bilmeyen, gelişime ayak uyduramayan
takım saraydan uzaklaşmıştı. Ataları 1840larda Filyos’a dönmüştü ve bölgede
beylik yapmışlardı. Ama İstanbul’da kalan küçük kardeşleri saltanata son
saniyeye kadar sarılıp oğlunu diploman olarak yetiştirmişti: O da Sevr Anlaşması’nda
görev alıp Atatürk’ün 150 kişilik istenmeyen kişiler listesinde sürgün
edilmişti. Bu gelen adam, o adamın torunu olabilir mi diye düşünmeden edemedi.
Dedesinin
ve anneannesinin aileleri cumhuriyet döneminde cumhuriyetçilerin ön
saflarındaydılar ve 1934 Soyadı Kanunu’yla cumhuriyetin milliyetçi ruhuna uygun
soyadları almışlardı. Anneannesi Mihriye Hanım’ın 1941’de zarif gelinlikle
evlenmişti. Annesi Leman bu kıyafetlerin güzelliğini hatırlıyor, kesinlikle
mübadeleden sonra tek tük kalan Rumların işidir diyordu. Anneannesininki kadar
köklü olmasa da dedesi Rıza Bey de saygın bir aileden geliyordu. Bir paşa
torunu değildi ama derebeyi kökenliydi. Konaklarda yaşayan, mahiyetlerinde çalışanları
olan, yanlarında birkaç atlıyla gezen ve isimleri hep Bey ekiyle konuşulan,
kırsal, soylu bir ailenin en küçük oğluydu.
Ailede
ilginç evlatlıklar da vardı. Ama evlatlıkların miraslardan pay alamadığını ve
bazı durumlarda belki de evlilik dışı çocuklar olduğunu ögrenmişti. Belki de
onlardan biridir kim bilir.
Ailenin
erkekleri hakkında bilgi toplasa da kadınları hakkında pek de bir şey
ögrenememişti. Ah diyordu, Soyadı Kanunu yüz yıl daha önce, Tanzimat Dönemi’nde
getirilmiş olsaydı, ailenin kadınlar hakkında ne kadar çok bilgi toplanırdı. Bu
düşüncelerle bahçe kapısına ulaştı.
Devamı 2. bölüm. Gelecek hafta
..
Köklerde Buluşmak, Hatıralarda Yaşamak.
Çiğdem, annesinin Karadeniz kıyısındaki
doğduğu evin bahçesinde büyük bir aile buluşması düzenler. Belçikalı eşinin
ailesinden ilhamla planladığı bu toplantı için aylarca çalışır, aile üyelerini
bir araya getirir ve geçmişi belgeleyen bir kitapçık hazırlar. Harap hâlde olan
eski konağın bahçesi temizlenir, sofralar kurulur. Tam her şey yolunda
giderken, üstü açık klasik bir arabayla gelen gizemli bir adamın gelişi,
geçmişle ilgili sırların ortaya çıkacağının habercisi olur. Aile Toplantısı,
köklere dönüş, aile bağları ve hafızayla örülü sıcak bir buluşma hikâyesidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder