Cumartesi
sabahı Derya Serap’ın telefonuyla uyandı. " Canım iki gündür uyuyamıyorum,
Cem haftaya gelip eşyalarını alacakmış. Sana söylememi istedi," dedi. Derya'nın
kalbi hızla çarpmaya başladı, sabahlığını giyip alt kata indi. Kahve makinesinin
düğmesine bastı. Bahçe kapısını açtı, sabah serinliğini içine çekti. Serap konuşuyordu:
“Geçen gün onu aramışsın, çok kızmış. ‘İki üç haftadır rahat etmiştim ama yine
mesaj atmaya başladı, okumadan siliyorum, çok sinirleniyorum’ dedi.
"Kızım, niye attın mesaj, atma demedim mi sana?" Derya, "Niye atmayım yahu, içimden geldi
attım." diye mırıldandı. Serap, "O zaman beni karıştırmayın. Ben
arada kalmak istemiyorum Deryacığım," dedi.
Derya,
on yıllık dostu Serap’ın tarafsız kalmasına içerledi ama bir şey söylemedi. Ufak bir sessizlikten sonra Serap: "Eşyaları
nasıl alacaksın diye sordum. Franck'ı ararım dedi." Derya, "Yok artık. Çok komik, onu
tanımaz bile. Franck’a mı bırakacakmışım eşyaları?". Serap, "Hani
geldiğinde sen bıçak falan çekersin diye korktuğundan sanırım Franck'ı yanında
getirecek, kapıya…". Derya, sürreal bir dünyadaymış gibi hissetti, gülmekle
ağlamak arasında bir boşluktaydı. Onu üzen, Cem'in kendi hakkındaki düşüncelerinin
absürtlüğü kadar, Serap'ın bu sözleri sorgulamadan iletiyor olmasıydı . "Deli
misin arkadaşım, ne bıçağı?" diyememişti.
Cem, iki aydır onu görmezden geliyordu, belli ki bu sebepten genç kadınla
yüzleşmeye cesareti yoktu.
Sonra
Serap’a, "Yok canım, Franck bu işlere karışmaz," dedikten sonra teşekkür
edip telefonu kapattı. Kendini bahçeye atıp onu en iyi sakinleştiren işi
yapmaya koyuldu. Çimenlerin arasından salata yaprağı gibi görünen iri ayrık
otlarını yoluyor, çıkan boşluklara çimen tohumları serpiyordu. Minik elma
ağacının üzerinde elmalar erik büyüklüğüne erişmişti. Ham elmalardan birini kopardı.
Ekşi elmaya dişlerini geçirirken, Franck'ı arayıp, "Sakın karışma,"
diye tembihledi. Franck da "Canım, ne işim var, tabi karışmam," diye onayladı.
"Canım Franck'ım, işte gerçek dost," diye duygulanan Derya, sulu
gözlerini keten elbisesinin eteğine silip otları yolmaya devam etti.
Enerjisi
yükselmiş, içindeki sıkıntıyı otlarla beraber söküp atmıştı. Spor
ayakkabılarını giyip güneş gözlüğünü taktı ve üzüm bağlarına doğru yürüyüşe
çıktı. Cem'in beklentisine göre davranmayacaktı. Sinirlerini provoke edecek
durumlar olsa dahi asaletini ve sükunetini korumaya kendi kendine söz verdi.
Olay
yaz tatilinde Kuşadası’nda Cem’in ablasıyla sohbet ederken patlak vermişti.
Balkonda şarap içip sohbet ederken, konu çocuktan açılmış, Derya “Zaten Cem’in
çocuğu olmuyor ya” deyivermişti. Ablası o an hiçbir şey söylememiş ama bunu Cem’e
iletmişti. O da ilişkilerini ertesi gün telefonda bitirivermişti. Derya defalarca
özür telefonları etmiş, “İçmiştik, dertleşiyorduk, konuyu ablan açtı” diye kendini
savunmaya çalışmış, bunu yüz yüze konuşmayı önermişti ancak Cem hiçbir şekilde
geri dönüş yapmamış, iki güzel yılı hiçe sayıp ilişkilerini bir bıçak gibi
kesmişti.
Derya
da onunla bir çocukları olsun isterdi elbette, ama o kendini buna alıştırmaya
çalışırken Cem’in bu konuyu tabu haline getirmesini anlamıyordu. Cemin ablası
da zaten deliydi, insanların atalarının günahlarının diğer nesillere hastalık
olarak geçtiğine inanıyordu. Kim bilir bu kısırlık meselesini nerelere
getirirdi.
Akşam
Kore dizileri ve iki kadeh Chardonnay’yle avundu. Daha evvel erkek arkadaşlarıyla medeni bir
şekilde ayrılmışlardı. Böyle kaybolup gidene ilk defa rastlıyordu. Kah ağlıyor,
kah anı defterine duygularını yazıyordu.
Pazar
günü evin şeklini değiştirdi. Cem'den izleri silmenin ruh sağlığına iyi
geleceğini düşündü. Terapistin dediklerini hatırladı: "Onun eşyalarını
kutula, garaja kaldır. Eşyalarını almaya gelince de mümkünse evine girmesin.
Eğer konuşmak istersen de asla evin içinde konuşma. Nötr bir mekânda konuş. Bir
restoranda falan. Haber vermeden gelirse de müsait değilim, birkaç saat sonra
gel de ve yolla. Kendini hazırlamak için zaman kazan."
Bir
yandan terapistin dediklerini yapmaya hazırlanırken, bir yandan da içindeki
yangını söndürmeye uğraşıyordu. Whatsapp kız grubuna "Atılacak bir
şeyleriniz varsa ve nereye atacağınızı bilmiyorsanız, eski erkek arkadaşıma bağışlayabilirsiniz,"
diye mesaj attı. Bunun üzerine gülüştüler. Derya’yı eğlendirmek için
bağışlayacakları ürünleri listelemeye koyuldular.
Pazartesi
akşam işten dönünce, Cem'in tüm eşyalarını kaldırdı. Gardıroptaki takım
elbiseleri, gömlekleri özenle büyük bir valize, kazak ve tişörtleri küçük başka
bir bavula yerleştirdi. Kabanlarını aralarına ince paket kâğıtları koyarak büyük
bir spor çantaya, ayakkabılarıyla, ona ait birkaç iş dosyası da dördüncü bir
çantaya koydu. Bir de printeri vardı ve onu da karton bir kutuya yerleştirdi.
Hepsini garajda arabasının yanına düzgünce yerleştirdi.
Cem
eğer İstanbul’daysa Paris'e uçacağını, oradan ablasının külüstürünü alıp buraya
geleceğini tahmin etti. Paris'e indiğinde ablasının onu şu işe bak, bu işe koştur
diye birkaç gün oyalayacağını da hesaba kattığında, Annecy’ye gelmesinin
gelecek cumayı bulacağını düşündü.
Çarşamba
günü hala ses seda yoktu. Derya bu bekleyişten o kadar gerilmişti ki, o
eşyalarını almaya gelmeden buralardan kaçmak için perşembe akşamına Bodrum’a üç
günlük bilet aldı. Giderken Serap'a, "Cem ararsa sakın ha, Türkiye'ye
gittiğimi bilmesin!" diye tembihledi.
Bavulları
hazırlarken bir yandan da Cem'in için samimiyetle üzülmüştü. "Bir ömür üç
beş bavula sığmaz ki Cemciğim," diye ağlamıştı bile. Bir bedevi misali
oradan oraya göç eden bu adamcağız için yürekten üzülüyordu aslında. Yakında kırk yaşını dolduracak kocaman adam
hala küçük bir stüdyo dairede yaşıyor, kendisi gibi bekar olan ablasının
sözünden çıkmıyordu. Eğitimini
Türkiye’de yapmış, ardından Avrupa’nın değişik ülkelerinde göçebe misali
yaşamış, son dört yıldır, ablasına yakın olduğu için Paris’te kalmıştı. “Keşke
burada, benim yanımda huzur bulsaydı da şu göçlerine bir son verebilseydi.”
diye düşünürken göz yaşları, valize özenle yerleştirdiği gömleklerine
damlamıştı. Aslında Cem de “Buna çok arzu ettiğini, artık bir yerde kök salmak
istediğini” defalarca söylemişti. Ama ne var ki başaramıyordu. Kendine ve
çevresine bu kadar sert ve merhametsiz tavırlar içinde olduğu için, hiçbir kadınla
hiçbir yerde huzur bulamayacak, rüzgârda uçuşan kuş tüyleri gibi kendini bir
gün burada, bir gün orada bulacaktı. Bu, sanki onun elinden gelen bir durum
değildi. Bilinçaltında bir şeyler onu buna itiyordu.
Ne
kadar da Cem’e hiçbir şey söylememeye karar vermiş olsa da takip eden günlerde,
hiç de planladığı gibi yapmamış, ona bir mesaj atıp kendisinin Bodrum’da olacağını
ama eşyalarını paketleyip garaja koyduğunu söylemişti. Cem garaj kodunu
biliyordu. Girip alabilirdi.
Bodrum’da
geçirdiği üç gün boyunca İstanbul’a geçip onu görmeyi hayal etti. Ama Cem onu
görmek istememişti. Son gün öğlene doğru, son bir hamleyle yine cep telefonunu
aradı. Cem Cenevre’ye inmişti. Araba kiralayıp eşyalarını Annecy’den alacağını söylüyordu.
Derya, Bodrum’da, otelin plajında yattığı şezlongdan denizi seyrediyordu. Cemse
Cenevre Havalimanı’ndaydı. Ah, sabah uçağında olmayı nasıl da arzu ederdi. Saatine
baktı, bir şampanya istedi. Sonra da acelesi varmış gibi onu çabucak kafasına
dikip, bavullarını hazırlamak için odasına çıktı. Hemen şimdi Cenevre’de olmak istiyordu.
Uçağı akşam yedide olmasına karşın, alışveriş bile yapamadan ona yetişemeyeceğini
bilse de erkenden havalimanına gitti.
Daha
uçağının kalkmasına dört saat varken Cem'in Fransa cep telefonundan mesaj
geldi. “Derya, teşekkürler, bavulları harika yapmışsın. Ben böyle beceremezdim.”
Cevap yazmadı, ama yazsaydı, tüm eşyalarını öpüp koklayıp yerleştirdiğini, elinden
başka bir şeyin gelmediğini yazardı. Kalbinden onu silemiyordu, ama eşyaların
gitmesiyle aralarındaki son bağ da kopmuştu. Hava alanındaki bir bara oturdu
bir şampanya istedi ve şampanyasını yudumlarken cep telefonunda mesajlaşmaları birer
birer okuyup sildi. Aksam yatağında
bunları sildiği için kendine kızacağını bile bile sildi. Sonra da anı defterine
şunları yazdı: “Ne fark eder Kör insan için, Cam da bir Elmas da. Sana bakan Kör
ise, kendini Camdan sanma! / Mevlâna...” Sonra da “Elmas’ı silip yerine Derya
yazdı. Çünkü aşk bitse de hayat devam ediyordu.