Profil

Fotoğrafım
Ekim 2024'de yazmaya başladığım hikayelerimi ve yaptığım resimlerden bazılarını burada topladım. - - - I have gathered here the stories I started writing in October 2024, as well as some of my paintings. - - - J'ai rassemblé ici les histoires que j'ai commencées à écrire en octobre 2024, ainsi que quelques-unes de mes peintures.

24 Mart 2025 Pazartesi

13) Aşk bitti

 


Cumartesi sabahı Derya Serap’ın telefonuyla uyandı. " Canım iki gündür uyuyamıyorum, Cem haftaya gelip eşyalarını alacakmış. Sana söylememi istedi," dedi. Derya'nın kalbi hızla çarpmaya başladı, sabahlığını giyip alt kata indi. Kahve makinesinin düğmesine bastı. Bahçe kapısını açtı, sabah serinliğini içine çekti. Serap konuşuyordu: “Geçen gün onu aramışsın, çok kızmış. ‘İki üç haftadır rahat etmiştim ama yine mesaj atmaya başladı, okumadan siliyorum, çok sinirleniyorum’ dedi. "Kızım, niye attın mesaj, atma demedim mi sana?"  Derya, "Niye atmayım yahu, içimden geldi attım." diye mırıldandı. Serap, "O zaman beni karıştırmayın. Ben arada kalmak istemiyorum Deryacığım," dedi. 

Derya, on yıllık dostu Serap’ın tarafsız kalmasına içerledi ama bir şey söylemedi.  Ufak bir sessizlikten sonra Serap: "Eşyaları nasıl alacaksın diye sordum. Franck'ı ararım dedi."  Derya, "Yok artık. Çok komik, onu tanımaz bile. Franck’a mı bırakacakmışım eşyaları?". Serap, "Hani geldiğinde sen bıçak falan çekersin diye korktuğundan sanırım Franck'ı yanında getirecek, kapıya…". Derya, sürreal bir dünyadaymış gibi hissetti, gülmekle ağlamak arasında bir boşluktaydı. Onu üzen, Cem'in kendi hakkındaki düşüncelerinin absürtlüğü kadar, Serap'ın bu sözleri sorgulamadan iletiyor olmasıydı . "Deli misin arkadaşım, ne bıçağı?" diyememişti.  Cem, iki aydır onu görmezden geliyordu, belli ki bu sebepten genç kadınla yüzleşmeye cesareti yoktu.

Sonra Serap’a, "Yok canım, Franck bu işlere karışmaz," dedikten sonra teşekkür edip telefonu kapattı. Kendini bahçeye atıp onu en iyi sakinleştiren işi yapmaya koyuldu. Çimenlerin arasından salata yaprağı gibi görünen iri ayrık otlarını yoluyor, çıkan boşluklara çimen tohumları serpiyordu. Minik elma ağacının üzerinde elmalar erik büyüklüğüne erişmişti. Ham elmalardan birini kopardı. Ekşi elmaya dişlerini geçirirken, Franck'ı arayıp, "Sakın karışma," diye tembihledi. Franck da "Canım, ne işim var, tabi karışmam," diye onayladı. "Canım Franck'ım, işte gerçek dost," diye duygulanan Derya, sulu gözlerini keten elbisesinin eteğine silip otları yolmaya devam etti.

Enerjisi yükselmiş, içindeki sıkıntıyı otlarla beraber söküp atmıştı. Spor ayakkabılarını giyip güneş gözlüğünü taktı ve üzüm bağlarına doğru yürüyüşe çıktı. Cem'in beklentisine göre davranmayacaktı. Sinirlerini provoke edecek durumlar olsa dahi asaletini ve sükunetini korumaya kendi kendine söz verdi.

Olay yaz tatilinde Kuşadası’nda Cem’in ablasıyla sohbet ederken patlak vermişti. Balkonda şarap içip sohbet ederken, konu çocuktan açılmış, Derya “Zaten Cem’in çocuğu olmuyor ya” deyivermişti. Ablası o an hiçbir şey söylememiş ama bunu Cem’e iletmişti. O da ilişkilerini ertesi gün telefonda bitirivermişti. Derya defalarca özür telefonları etmiş, “İçmiştik, dertleşiyorduk, konuyu ablan açtı” diye kendini savunmaya çalışmış, bunu yüz yüze konuşmayı önermişti ancak Cem hiçbir şekilde geri dönüş yapmamış, iki güzel yılı hiçe sayıp ilişkilerini bir bıçak gibi kesmişti.

Derya da onunla bir çocukları olsun isterdi elbette, ama o kendini buna alıştırmaya çalışırken Cem’in bu konuyu tabu haline getirmesini anlamıyordu. Cemin ablası da zaten deliydi, insanların atalarının günahlarının diğer nesillere hastalık olarak geçtiğine inanıyordu. Kim bilir bu kısırlık meselesini nerelere getirirdi.

Akşam Kore dizileri ve iki kadeh Chardonnay’yle avundu.  Daha evvel erkek arkadaşlarıyla medeni bir şekilde ayrılmışlardı. Böyle kaybolup gidene ilk defa rastlıyordu. Kah ağlıyor, kah anı defterine duygularını yazıyordu.  

Pazar günü evin şeklini değiştirdi. Cem'den izleri silmenin ruh sağlığına iyi geleceğini düşündü. Terapistin dediklerini hatırladı: "Onun eşyalarını kutula, garaja kaldır. Eşyalarını almaya gelince de mümkünse evine girmesin. Eğer konuşmak istersen de asla evin içinde konuşma. Nötr bir mekânda konuş. Bir restoranda falan. Haber vermeden gelirse de müsait değilim, birkaç saat sonra gel de ve yolla. Kendini hazırlamak için zaman kazan." 

Bir yandan terapistin dediklerini yapmaya hazırlanırken, bir yandan da içindeki yangını söndürmeye uğraşıyordu. Whatsapp kız grubuna "Atılacak bir şeyleriniz varsa ve nereye atacağınızı bilmiyorsanız, eski erkek arkadaşıma bağışlayabilirsiniz," diye mesaj attı. Bunun üzerine gülüştüler. Derya’yı eğlendirmek için bağışlayacakları ürünleri listelemeye koyuldular.

Pazartesi akşam işten dönünce, Cem'in tüm eşyalarını kaldırdı. Gardıroptaki takım elbiseleri, gömlekleri özenle büyük bir valize, kazak ve tişörtleri küçük başka bir bavula yerleştirdi. Kabanlarını aralarına ince paket kâğıtları koyarak büyük bir spor çantaya, ayakkabılarıyla, ona ait birkaç iş dosyası da dördüncü bir çantaya koydu. Bir de printeri vardı ve onu da karton bir kutuya yerleştirdi. Hepsini garajda arabasının yanına düzgünce yerleştirdi.

Cem eğer İstanbul’daysa Paris'e uçacağını, oradan ablasının külüstürünü alıp buraya geleceğini tahmin etti. Paris'e indiğinde ablasının onu şu işe bak, bu işe koştur diye birkaç gün oyalayacağını da hesaba kattığında, Annecy’ye gelmesinin gelecek cumayı bulacağını düşündü.   

Çarşamba günü hala ses seda yoktu. Derya bu bekleyişten o kadar gerilmişti ki, o eşyalarını almaya gelmeden buralardan kaçmak için perşembe akşamına Bodrum’a üç günlük bilet aldı. Giderken Serap'a, "Cem ararsa sakın ha, Türkiye'ye gittiğimi bilmesin!" diye tembihledi. 

Bavulları hazırlarken bir yandan da Cem'in için samimiyetle üzülmüştü. "Bir ömür üç beş bavula sığmaz ki Cemciğim," diye ağlamıştı bile. Bir bedevi misali oradan oraya göç eden bu adamcağız için yürekten üzülüyordu aslında.  Yakında kırk yaşını dolduracak kocaman adam hala küçük bir stüdyo dairede yaşıyor, kendisi gibi bekar olan ablasının sözünden çıkmıyordu.  Eğitimini Türkiye’de yapmış, ardından Avrupa’nın değişik ülkelerinde göçebe misali yaşamış, son dört yıldır, ablasına yakın olduğu için Paris’te kalmıştı. “Keşke burada, benim yanımda huzur bulsaydı da şu göçlerine bir son verebilseydi.” diye düşünürken göz yaşları, valize özenle yerleştirdiği gömleklerine damlamıştı. Aslında Cem de “Buna çok arzu ettiğini, artık bir yerde kök salmak istediğini” defalarca söylemişti. Ama ne var ki başaramıyordu. Kendine ve çevresine bu kadar sert ve merhametsiz tavırlar içinde olduğu için, hiçbir kadınla hiçbir yerde huzur bulamayacak, rüzgârda uçuşan kuş tüyleri gibi kendini bir gün burada, bir gün orada bulacaktı. Bu, sanki onun elinden gelen bir durum değildi. Bilinçaltında bir şeyler onu buna itiyordu. 

Ne kadar da Cem’e hiçbir şey söylememeye karar vermiş olsa da takip eden günlerde, hiç de planladığı gibi yapmamış, ona bir mesaj atıp kendisinin Bodrum’da olacağını ama eşyalarını paketleyip garaja koyduğunu söylemişti. Cem garaj kodunu biliyordu. Girip alabilirdi.

Bodrum’da geçirdiği üç gün boyunca İstanbul’a geçip onu görmeyi hayal etti. Ama Cem onu görmek istememişti. Son gün öğlene doğru, son bir hamleyle yine cep telefonunu aradı. Cem Cenevre’ye inmişti. Araba kiralayıp eşyalarını Annecy’den alacağını söylüyordu. Derya, Bodrum’da, otelin plajında yattığı şezlongdan denizi seyrediyordu. Cemse Cenevre Havalimanı’ndaydı. Ah, sabah uçağında olmayı nasıl da arzu ederdi. Saatine baktı, bir şampanya istedi. Sonra da acelesi varmış gibi onu çabucak kafasına dikip, bavullarını hazırlamak için odasına çıktı. Hemen şimdi Cenevre’de olmak istiyordu. Uçağı akşam yedide olmasına karşın, alışveriş bile yapamadan ona yetişemeyeceğini bilse de erkenden havalimanına gitti.

Daha uçağının kalkmasına dört saat varken Cem'in Fransa cep telefonundan mesaj geldi. “Derya, teşekkürler, bavulları harika yapmışsın. Ben böyle beceremezdim.” Cevap yazmadı, ama yazsaydı, tüm eşyalarını öpüp koklayıp yerleştirdiğini, elinden başka bir şeyin gelmediğini yazardı. Kalbinden onu silemiyordu, ama eşyaların gitmesiyle aralarındaki son bağ da kopmuştu. Hava alanındaki bir bara oturdu bir şampanya istedi ve şampanyasını yudumlarken cep telefonunda mesajlaşmaları birer birer okuyup sildi.  Aksam yatağında bunları sildiği için kendine kızacağını bile bile sildi. Sonra da anı defterine şunları yazdı: “Ne fark eder Kör insan için, Cam da bir Elmas da. Sana bakan Kör ise, kendini Camdan sanma! / Mevlâna...” Sonra da “Elmas’ı silip yerine Derya yazdı. Çünkü aşk bitse de hayat devam ediyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


17 Mart 2025 Pazartesi

12) Taşların ve İnsanların Hikâyesi



Saat gece 4'tü. Dışarıda evlerin ışıkları sönmüş, sokak lambaları ve alçak ay çevreye altın sarısı bir ışık yayılıyordu. Rüzgâr ağaçları hışırdatırken, karşıdaki kerpiç evden Gonca Ninenin öksürüğü ve ara sıra havlayan köpeklerin sesi duyuluyordu. İçinde bir huzursuzlukla uyuyamayan Lydia, pencerede durmuş, sokağı seyrediyordu.

Annesi Meltem Hanım çocukluğunda her yaz buraya geldiklerini, bir keresinde bunun Ramazan’a denk geldiğini ve çok eğlendiğini anlatmıştı. Avlularda, gece yarılarına kadar komşularla sohbetli, yemekli akşamlar geçirildiğini, kuzenleriyle gece karanlığında saklambaç oynadığı anlatmıştı. Bayram sabahında hisara çıkıp piknik yapmışlardı. Bu yüzden annesi, hisarın kazılacak olmasına üzülmüştü.

Bu sene mart ayına denk gelen oruç ayı bitmek üzereydi. Lydia kazı çalışmalarının açılışını hisarda annesinin çocukluğunda olduğu gibi bir bayram pikniğiyle yapmayı planlıyordu. Buraya geleli üç gün olmuş olsa da henüz annesinin anlattığı tarzda eğlenceli bir Ramazan aktivitesi görmemişti, ama bunu mevsime bağlıyordu. Neyse ki üç gün sonraki bayram pikniği için tanrılar 23 derece sıcaklık bahsetmişlerdi ve Lydia o günün çok keyifli geçeceğini umuyordu. Kazıya izin veren devlet yetkililerini de açılışa çağırmayı ihmal etmemişti, ama aslında davetlilerin büyük çoğunluğu hisar mahallesinden kendi akrabaları ve komşuları, arkeolog ekibiydi.

Buraya bir arkeolojik kazı için gelmesi tesadüf değildi. Annesi avlularda Roma sütun başlıklarının oturak olarak kullanıldığını, her yerden taş fışkırdığını anlatmıştı. Akrabalarının evinin hemen arkasındaki Hisar adı verilen ormanlık tepecik, aslında tam bir daire seklinde kocaman bir tümülüstü. Altında keşfedilmeyi bekleyen bir kale vardı. Şuhut… Afyon’un bu kasabası eskiden Synnada adında bir şehirdi. Friglerden başlayarak 3200 yıl boyunca değişik uygarlıkların izlerini taşıyan bu yer, şimdi önemsiz bir Anadolu kasabasına dönüşmüştü. Birkaç güne kadar tüm ekip buraya gelecek ve yaptıkları kazıdan sonra burası da gün yüzüne çıkacaktı. Lydia, bu kazıyla kasabalılara ilham olmayı umuyordu.

Dedesi İhsan Bey altmış yıl önce okumak için İzmir’e gitmiş ve bir daha kasabaya dönmemişti. Gençliğinde çok yakışıklı olan dedesi, yedi nesil İzmirli olduğunu iddia eden anneannesi Kerime Hanım’ı tavlamış ve hemen evlenmişlerdi. Kerime Hanım kocasını burjuva adetleriyle tanıştırmış ve İhsan Bey İzmir’de geçirdiği altmış yıldan sonra Hendricks cinle kokteyller yapan, resim sergilerinde gezen, puro içmeyi seven, eğlenceli hikayeler anlatan bir dedeye dönüşmüştü. Kızları Meltem ve Derin, İzmir’de doğmuşlar, Amerikan Koleji’nden sonra eğitim için İsviçre’ye gitmişler sonra onlar da bir daha dönmemişti. Gidenler geri dönmüyordu. Sadece yaz tatillerinde İzmir’e gelip Ilıca’daki yazlık evlerinde tatil yaparlardı. Onun için Afyon’a gelip gitmeleri de seyrekleşmişti.

Meltem, İsviçre’de evlenmiş, bir süre sonra da önce abisi Levi sonra da Lydia, Zürih gölüne bakan evlerinde dünyaya gelmişlerdi. Çocuklar küçükken ve Meltem henüz iş yaşamına dönmeden önce, tüm yazı Ilıca’da geçirdikleri olurdu.

Lydia, arkeolog olmaya çocukken karar vermişti. İzmir’e her geldiğinde annesi onları, henüz kazılmayı bekleyen Roma kalıntılarını görmeye götürüldüğü için, buraları kazıp gün yüzüne çıkarmayı kendine bir misyon edinmişti. Annesi Lydia’yı ve abisi Levi’yi Türkiye’nin birçok yerine götürmüş olsa da Afyon’a hiç getirmemişti. Dedesinin akrabalarıyla tanışmak onun için yeni bir deneyimdi.

Lydia’nın burada dedesinin küçük kardeşi Lütfi dede ve onun eşi Fazilet yengede kalıyordu. Onu misafir etmekten çok mutluydular ve tüm bir yıl yanlarında kalabileceğini ima ediyorlardı ama o ekip gelir gelmez otele taşınmak için bahanesini çoktan hazırlamıştı.  Çok çalışmaları gerekecekti. Aslında burada kalmaktan memnundu. Ama ekipte sevgilisi Chris de vardı ve onu akrabalarının evine getirmenin hoş karşılanmayacağını anlamıştı.

Lydia Türkçeyi çok iyi konuşuyordu. Zaten bu işi de dili sayede kapmıştı. Annesi ve anneannesi, ona ve abisine bebekliğinden beri okudukları kitaplarla çok güzel bir dil armağan etmişlerdi. Ama her ikisi de tutucu olmadıkları için sosyal uyum konusunda pek bir şey öğretmemişlerdi. Kolunun birinin dövmelerle kaplı olması akrabalarını şaşırtmıştı. 75 yaşındaki Lütfi dede kaş göz işareti yapmış, büyük yengesi Fazilet Hanım da onu kenara çekip, “Bir hırka vereydim keşke sana,” diyerek manalı manalı kolunu tutmuştu.

Telefonda bunları annesine anlattığında, Meltem Hanım gülmüş, çocukluğunda yaşadıklarını hatırlatmıştı. Annesinin 2 yaş büyüğü olan Derin Teyzesi, 16 yaşındayken sokak ortasında sigara içtiği ve mopedle çarşıya gittiği için dikkat çekermiş. Ama yöresel şalvar giyip herkesi kendine hayran bırakmayı da başardığı için onun bu yaramazlıklarına sadece gülüp geçerlerlermiş. Lydia hayran olduğu Derin teyzesi birkaç güllü şalvar diktirip, yaz boyu rengârenk şalvarını çekip kazıları öyle yapma fikrini kafasına koymuştu. Meltem Hanımsa “Uslu dur bakayım,” diyerek kızını yarı ciddi yarı şaka uyarmıştı. Derin teyzesi, hiç evlenmemiş, akademisyen olarak üniversitede kalmış, on kadar da kitap yazmıştı. Hala sıra dışı rengarenk gözlükler takar, tarz kıyafetler giyerdi. Annesiyse tıpkı anneannesi gibi, her zaman inci kolyeli, fularlı bir iş kadını görüntüsündeydi. Meltem hanım çalıştığı şirkette yöneticiydi ve sürekli bir iş toplantısına gider gibi giyinirdi. Hatta Lydia “O anne bugün galiba İngiliz kraliyet ailesiyle yemek var” diye annesine takılırdı.

Pencereden ıssız sokağı izlerken, bir saat geçmiş, sahur vakti yaklaşmıştı. Komşular birer ikişer uyanıp ışıklarını yakıyordu. Lydia kapüşonlu sabahlığını üzerine alarak dış kapıya çıktı. Bu rakımlarda geceleri hava oldukça serindi. Soğuk hava yüzüne çarpıyor, ama o hiç üşümüyormuş gibi dikilip sigara içiyordu.

Karşı komşuları Gonca ninenin eşi Harun dede çok tonton bir adamdı. Pencereden görmüş olacak ki bastonuna yaslanarak geldi ve espri yapar gibi, “Sigarayla açmışsın sahuru” dedi. Lydia espriyi tam da anlamayarak, “Yok dedeciğim, ben oruç tutmuyorum. Ama sahur da mı açılıyor?” diye saf saf sordu. Harun dede güldü, “Ah be yeğenim, sana da hiçbir şey öğretmemişler!”

Tam o sırada, Hisar tarafındaki Dört Göz Köprüsü’nden sesler geldi. Sabah saat 5’te kim gelir ki diye ikisi birde o tarafa baktılar. Küçük bir araba, tozu dumana katarak önlerinde durdu. Uzun boylu sarışın bir adam arabadan atladı. Lydia hızla koşup onun boynuna atladı ve genç adam kıza sarılıp bir tur döndürdü.

Harun Dede’nin yanında şimdi Lütfi dede de dikilmiş, şaşkın gözlerle ikisine bakıyordu. Lydia, ayakları yere değer değmez, Chris’i elinden tutup çekerek bu iki yaşlı adamın yanına getirdi. “Şey… Bu benim ekipten Chris,” dedi. Tüh, sevgili olduklarını belli etmemeleri gerektiğini bir an unutuvermişti. Chris, hafifçe eğilerek, “Lütfen sabahın bu erken saatinde rahatsız ettiğim için özür dilediğimi söyle. İzmir’de uçaktan inince sabahı bekleyemedim,” dedi.

Şimdi kalkıp Chris’le otele gitmeyi çok isterdi ama bu hiç hoş karşılanmazdı. Bu kadarcığına aklı eriyordu. Zaten iki gün sonra tüm ekip burada olacaktı. O zaman kendisi de otele taşınacaktı. Ekip Kendisi ve Chris’le Yale’de okumuş olan 3 arkeolog ve İzmir Ege Üniversitesi'nden 5 arkeologdan oluşuyordu. On arkeolog ve yörede yasayan birkaç işçi de ekibin daimî parçası olacaktı.  Arkeologlar Şuhut’un tek oteli olan Belediye otelinde kalacaklardı. Ama ilk bir iki hafta sonra büyük ihtimalle kendini ve ekibini Afyon merkezdeki termal otellerin birine aldırtması daha rahat ve keyifli bir ortam yaratırdı.

Lydia, Chris’e “Otele git, sen şimdi dinlen, öğlene görüşürüz” dedikten sonra, ciddiyetle dedelere dönüp, "Aramızda bir şey yok, çok mutlu oldum görünce, onun için." Zaten Chris sigara içen kızlardan hoşlanmıyor gibi beceriksiz bir özür uydurduktan sonra, Chris’e şımarık bir el sallayıp onu yolladı. Ardından dedelerin ortasına geçip ikisinin de koluna girdi ve "Hadi dedeler bakalım, ne yiyeceğiz bu gece?" diyerek onlar Lütfi Dedesinin evine doğru çekti. Sonra da onlara çok heyecanlı işler yapacaklarını, kasabanın soylu geçmişini gün yüzüne çıkacağını, çocuklara masal anlatır gibi anlatarak Chris’le sarılma sahnesini hatıralarından silmeye çalıştı.

Lydia’nın bu düzgün ama yine ülkede yaşamadığını belli eden Türkçesiyle onlara hoşluklar yapması, bu iki dedenin de içini ısıtıyordu. Kendi dedesi İhsan’la geçen hafta İzmir’de buluştuğunda, o da torununa, "Sen şimdi git kaz çıkar, ben de gelip bakacağım ha," diye konuşmuş ama torunuyla beraber Afyon’a nedense gelmemişti. Lydia, bu kazının iki günde bitmeyeceğini çok iyi biliyordu. Proje beş yıllıktı. Kendisi ilk yıl burada olacağından emindi ama sonrası kim bilir ne olacaktı. Bütçe değişiklikleri, politik sorunlar, her şey kazıyı engelleyebilirdi. Kendi dedesinin aferinini almayı da çok istiyordu.

Lydia, artık yatmadı. Yemekten sonra daha güneş yeni doğarken, yanına genç akrabalarından birini alıp hisar tepesine çıktı. Tepeye ulaştıklarında, güneş henüz ufkun üzerinden yeni doğuyordu. Göz alabildiğine uzanan ovanın üzerine serili ince sis tabakası, güneş ışınlarıyla yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Kazı ekibi için WhatsApp’ta bir grup kurup çektiği fotoğraflardan birini gruba gönderdi.

Sonra Kali çayı üzerindeki Dört Göz Köprüsü’ne indi. Roma döneminden kalan bazı taşlar Osmanlı döneminde bu köprü yapılırken kullanılmıştı. Bunların bir kısmında yazılar vardı. Lydia bu taşların de resmini çekti ve paylaştı. Chris paylaşımlardan onun nerede olduğunu anlamış, hemen oraya gelmişti.

Latince ve Eski Yunanca okumak konusunda her ikisi de çok başarılıydı. İkisi de Dört Göz Köprüsü’nde taşların üzerinde eğilerek yazıları incelediler. Lydia genç akrabasını eve gönderdi. “Evde sana ihtiyaçları olabilir, sen git artık, ben Chris’le çalışayım.”

Manzara şahaneydi. Traktörler üzerinde tarlalara giden insanlar, sabahın erken saatlerinde, sisin içinde kervanlar gibi görünüyordu.  Chris, Lydia’nın omzuna dokunup. “Heyecanlı mısın? Kazı başlamak üzere.” Lydia’nın gözlerinin içi gülüyordu. “Tabii ki heyecanlıyım. Düşünsene hem en sevdiğim döneme ait bir arkeolojik kazıyı yöneteceğim, hem de belki kendi köklerimi ortaya çıkaracağım. Ve belki de burayı herkesin ziyaret ettiği bir yere dönüştüreceğiz ve belki de bölgenin kalkınmasına da sebep olacağız.  Bu büyük bir şey.” Chris başını salladı. 

İkisi, köprüden ayrılıp hisar tepesine doğru yürümeye başladılar. Güneş artık iyice yükselmiş, ovadaki sis tamamen dağılmıştı. Lydia, hisarın tepesinden etrafa bakarken, buranın bir zamanlar nasıl bir yer olduğunu hayal etmeye çalışıyordu. Synnada’nın ihtişamını, insanların burada nasıl yaşadığını, tarihin bu topraklarda nasıl şekillendiğini düşünüyordu.

Bir süre manzarayı seyrettikten sonra, birlikte kasabanın merkezine doğru yürümeye başladılar. Taşların ve insanların hikâyesi, yeniden yazılmak üzereydi.

 

 

10 Mart 2025 Pazartesi

11) Kayıp Kelimeler Atölyesi



Selin kulaklığını taktı. Çevrimiçi yazarlık atölyesi başlamış, ekrandan hocanın sesi geliyordu. Asansörle indi, sokağa çıktı. Son beş gün içinde, normalde bir yılda kaydedilen kar yağışının %45’i yağdı, diyorlardı. Tam 71 santimetre, son 127 yılın en yoğun kar yağışıymış.

Ekranda, diğer katılımcılar konuşuyordu. Selin de izlemek istiyordu ama kaldırımın her iki yanında birikmiş dağ gibi kar yığınları geçişi öyle daraltmıştı ki, önüne bakmadan ilerleyemiyordu. Mikrofonunu sessize alırken, elleri buz kesti, yün eldivenlerine kavuşmak için sabırsızlandılar. Eğer kız kardeşi onu bu kürk şapkayla görseydi, doğa ve insanlık adına en az bir saat vaaz verirdi. Ama bu “tuque” sayesinde Selin sıcacıktı. Dışarıda kar rekorlar kırıyor, hava şubat ayında Montreal’e yakışır derecede dondurucu, insanlar soğukta koşturuyordu. İçerideyse başka bir dünya, sekiz saat ilerideki İstanbul’dan edebiyat meraklıları sıcacık evlerinde akşam çaylarını yudumlayarak sohbet edip şakalaşarak derse başlıyorlardı.

O andan sonra Selin, dış dünyadan koptu. Sadece kazasız belasız eve varacak kadar dikkatini yola vererek, tamamen atölyeye kaptırdı.

Apartmanın kapısından içeri girdiğinde, gözü her zaman olduğu gibi girişteki lobide, koltuk takımının ortasındaki büyük sehpadan ona bakan Mao’nun biyografisine ilişti. Çok kalın bir kitaptı. Her buradan geçişinde, Mao’nun kapağı kaplayan suratına bakıp “Şu kitabı bir gün eve alıp karıştırmalıyım,” diye düşünüp duruyor, ama bir türlü bu eylemi gerçekleştirmiyordu. Böyle bir gün kitap kaybolup gidecekti. Diyorlardı ki Çin’den gelen göçmenlerin bir kısmı mülteci değil, casusmuş. Belki de bu casuslar her binaya girip, girişe birer Mao biyografisi bırakıyorlardı, kim bilir.

Fransızca sınıfındaki Çinlileri düşündü. Bir an evvel Fransızca öğrenip çalışma ya da eğitim hayatına geçmek için canla başla çalışıyorlardı. Selinse Turist Ömer gibi keyif yapıyordu. Canı isterse ev ödevlerini yapıyor, istemezse sınıfta öğrendikleri ve eşiyle konuştuğu Fransızca ona yetiyordu. Her dört haftalık dönemde bir üst seviyeye çıkıyor, her seviyede sınıfında mutlaka birkaç Çinli oluyordu. Onları tek tek aklından geçirip hangisinin casus olabileceğini düşündü. Çin mahallelerindeki süslemelerin birçoğunun sponsoru da Çin devletiymiş zaten. Montreal’de her binaya bir Mao kitabı bırakmak dışında daha ne gibi casusluk faaliyetleri yapıyorlardı acaba?

O anda, kaymamak için ayakkabılarının altına taktığı çivili tabanların ikisini birden düşürdüğünü fark etti. “Hadi ya! Nasıl fark etmedim?”. Yakın bir yerde düşürmüş olabileceğini düşünüp, aceleyle dışarı çıktı. Karlarla mücadele ederek St. André Caddesi’nden Rue de la Commune’a saptı. Eve gelirken geçtiği yolları sağa sola bakarak taradı, Bonsecours Pazarı’na kadar geri yürüdü.

Bu sırada, hoca katılımcıların metlerini yorumluyordu. Dersi daha fazla kaçırmamak için kramponları aramayı bırakıp aceleyle eve döndü. Asansörde internet bağlantısı kesildi. Geçen hafta zihninde şekillendirip kâğıda dökmeyi ertelediği her şeyi çoktan unutmuştu. Eve girip ayakkabılarını, mantosunu ve şapkasını çıkardı. Kahve makinesini çalıştırıp bu sefer dersi daha dikkatli dinlemeye başladı.

Katılımcılar geçen haftanın ödevini için yazdıklarını okumaya devam ediyorlardı. "Kaybolan bu nesne üzerinden geçmişteki kayıplarımızı hatırlayan bir metin" yazılacaktı. Kendisine sıra gelmeden çabucak demin kaybettiği tabanlıkları yazının girişine ekleyiverdi.  Selin Fransızca kursundan çıkmış, kulaklığını takıyor. Çevrimiçi yazarlık atölyesi. Asansörle inip, sokağa çıkıyor. Çok kar yağmış. Tam 71 santimetre, son 127 yılın en yoğun kar yağışıymış. Ekranda, diğer katılımcılar konuşuyor.  Kayıp düşmemek için dikkatlice eve yürüyor. Sakar kadın dün, ayakkabılarına taktığı çivili altlığı düşürmüş. Yollar çok kaygan. Montreal Belediyesi kaldırımlara tuz atmaya bile yetişemiyormuş. Buradan sonrası hazırladığı metinle birleşiyor bu kayıp ona çocukken kaybettiği kırmızı örme eldivenleri hatırlatıyordu. Babaannesi beş şişle örmüştü. 1980 Ankara’da karlı buzlu bir gün, on yaşında bir kız annesi onu gaz almak için göndermişti. Eve dönerken düşmüş, elindeki plastik şişedeki gaz, kareli mantosuna serpilmiş ve onu sileceğim derken eldivenlerini düşürmüştü. Kaybolan güzel günler. Mantonun kahverengi mavi kareleri gözünün önünden geçti, burnuna gaz kokusu geldi. O günden sonra da elde örülmüş eldiven giymemişti büyük ihtimalle. Oradan 15 yıl ileri sarıp bu sefer de Stockholm’de metroda banka bırakıp, trene binerken unuttuğu, üniversite ders notlarını hatırlıyor. Metro kapılarının kapanışını ve tren hareket ederken, bankta unuttuğu dosyayı görüşünü, onlara son defa bakışını, demin Mao kitabına baktığı gibi. Bir durak sonra inip, o istasyona döndüğünde onları bulamayacaktı çünkü. Ders notları kimin işine yarar ki. Tam da sınava birkaç gün kala. O sınavdan geçip geçmediğini hatırlamadı. O sırada bilgisayarın hoparlöründen eğitmenin sesi duyuldu: "Selin seninkini alalım mı? "

Selin, istemsizce irkildi. “Kusmuk gibi mi oldu acaba?” diye düşündü. Kendi kayıplarını anlatmak da neyin nesiydi. Nesnel kayıplar nedir ki, onunla birlikte kaybolan anılardan söz etmeliydi. Herkes birer birer yazdıklarını okumuştu. Birçoğunun kurgusunu kendininkinden çok daha başarılı buluyor, okuma cesareti her yeni katılımcıyla biraz daha azalıyordu. Ama hikayesini okudu. Yine kurguda çatışma ve zorluk eksikti. Her zamanki gibi daha çok anı tarzı bir şey olmuştu. 

Belki de anılarını kaleme almalıydı. Nasıl ki resimde en çok portre yapmaktan zevk alıyorsa, edebiyatta da biyografi, otobiyografi ya da anı yazmaktan keyif alabileceğine emindi. Belki lobiye bırakılan Mao kitabından ilham alabilirdi. Ya da aylardır üzerinde çalıştığı aile kroniğine daha hikayemsi unsurlar ekleyebilirdi. Geçen gün, Kanadalı anı yazarı Alison Wearing’in bir dersine katılmış ve Montreal’de bir yılı bir konteyner olarak kullanarak anılarını kaleme almayı düşünmüştü. Bunların okumaya değer şeyler olup olmadığından emin olmasa da yazma düşüncesi iyice pekişmişti. Zaten bu kayıp hikâyesi de eski anılardan bir demek sunmuyor muydu?

Ders bitti, Selin İstanbul’a iyi geceler dedikten sonra motivasyonun kaybetmeden bir hafta sonraki ödevi yazmaya başladı. Her zaman hikayelerinde anlattığı kadınlar aslında kendisinin farklı versiyonlarıydı.  Eski kıta güne çoktan elveda dediğinde Selin’e, kendi anılarının en önemlilerinden bir demet daha yaşattı. O sırada kapıda anahtar döndü. Selin “mon amour” diye kapıya koştu.