Saat gece 4'tü.
Dışarıda evlerin ışıkları sönmüş, sokak lambaları ve alçak ay çevreye altın
sarısı bir ışık yayılıyordu. Rüzgâr ağaçları hışırdatırken, karşıdaki kerpiç evden
Gonca Ninenin öksürüğü ve ara sıra havlayan köpeklerin sesi duyuluyordu. İçinde
bir huzursuzlukla uyuyamayan Lydia, pencerede durmuş, sokağı seyrediyordu.
Annesi Meltem
Hanım çocukluğunda her yaz buraya geldiklerini, bir keresinde bunun Ramazan’a
denk geldiğini ve çok eğlendiğini anlatmıştı. Avlularda, gece yarılarına kadar
komşularla sohbetli, yemekli akşamlar geçirildiğini, kuzenleriyle gece
karanlığında saklambaç oynadığı anlatmıştı. Bayram sabahında hisara çıkıp
piknik yapmışlardı. Bu yüzden annesi, hisarın kazılacak olmasına üzülmüştü.
Bu sene mart
ayına denk gelen oruç ayı bitmek üzereydi. Lydia kazı çalışmalarının açılışını hisarda
annesinin çocukluğunda olduğu gibi bir bayram pikniğiyle yapmayı planlıyordu. Buraya
geleli üç gün olmuş olsa da henüz annesinin anlattığı tarzda eğlenceli bir
Ramazan aktivitesi görmemişti, ama bunu mevsime bağlıyordu. Neyse ki üç gün
sonraki bayram pikniği için tanrılar 23 derece sıcaklık bahsetmişlerdi ve Lydia
o günün çok keyifli geçeceğini umuyordu. Kazıya izin veren devlet yetkililerini
de açılışa çağırmayı ihmal etmemişti, ama aslında davetlilerin büyük çoğunluğu hisar
mahallesinden kendi akrabaları ve komşuları, arkeolog ekibiydi.
Buraya bir arkeolojik kazı için
gelmesi tesadüf değildi. Annesi avlularda Roma sütun başlıklarının oturak
olarak kullanıldığını, her yerden taş fışkırdığını anlatmıştı. Akrabalarının
evinin hemen arkasındaki Hisar adı verilen ormanlık tepecik, aslında tam bir
daire seklinde kocaman bir tümülüstü. Altında keşfedilmeyi bekleyen bir kale vardı.
Şuhut… Afyon’un bu kasabası eskiden Synnada adında bir şehirdi. Friglerden
başlayarak 3200 yıl boyunca değişik uygarlıkların izlerini taşıyan bu yer, şimdi
önemsiz bir Anadolu kasabasına dönüşmüştü. Birkaç güne kadar tüm ekip buraya
gelecek ve yaptıkları kazıdan sonra burası da gün yüzüne çıkacaktı. Lydia, bu kazıyla
kasabalılara ilham olmayı umuyordu.
Dedesi İhsan Bey
altmış yıl önce okumak için İzmir’e gitmiş ve bir daha kasabaya dönmemişti. Gençliğinde
çok yakışıklı olan dedesi, yedi nesil İzmirli olduğunu iddia eden anneannesi
Kerime Hanım’ı tavlamış ve hemen evlenmişlerdi. Kerime Hanım kocasını burjuva
adetleriyle tanıştırmış ve İhsan Bey İzmir’de geçirdiği altmış yıldan sonra
Hendricks cinle kokteyller yapan, resim sergilerinde gezen, puro içmeyi seven, eğlenceli
hikayeler anlatan bir dedeye dönüşmüştü. Kızları Meltem ve Derin, İzmir’de
doğmuşlar, Amerikan Koleji’nden sonra eğitim için İsviçre’ye gitmişler sonra
onlar da bir daha dönmemişti. Gidenler geri dönmüyordu. Sadece yaz tatillerinde
İzmir’e gelip Ilıca’daki yazlık evlerinde tatil yaparlardı. Onun için Afyon’a
gelip gitmeleri de seyrekleşmişti.
Meltem, İsviçre’de evlenmiş, bir süre sonra da önce abisi Levi sonra da Lydia,
Zürih gölüne bakan evlerinde dünyaya gelmişlerdi. Çocuklar küçükken ve Meltem
henüz iş yaşamına dönmeden önce, tüm yazı Ilıca’da geçirdikleri olurdu.
Lydia, arkeolog
olmaya çocukken karar vermişti. İzmir’e her geldiğinde annesi onları, henüz kazılmayı
bekleyen Roma kalıntılarını görmeye götürüldüğü için, buraları kazıp gün
yüzüne çıkarmayı kendine bir misyon edinmişti. Annesi Lydia’yı ve abisi Levi’yi
Türkiye’nin birçok yerine götürmüş olsa da Afyon’a hiç getirmemişti. Dedesinin
akrabalarıyla tanışmak onun için yeni bir deneyimdi.
Lydia’nın burada
dedesinin küçük kardeşi Lütfi dede ve onun eşi Fazilet yengede kalıyordu. Onu
misafir etmekten çok mutluydular ve tüm bir yıl yanlarında kalabileceğini ima
ediyorlardı ama o ekip gelir gelmez otele taşınmak için bahanesini çoktan hazırlamıştı.
Çok çalışmaları gerekecekti. Aslında burada
kalmaktan memnundu. Ama ekipte sevgilisi Chris de vardı ve onu akrabalarının
evine getirmenin hoş karşılanmayacağını anlamıştı.
Lydia Türkçeyi
çok iyi konuşuyordu. Zaten bu işi de dili sayede kapmıştı. Annesi ve
anneannesi, ona ve abisine bebekliğinden beri okudukları kitaplarla çok güzel
bir dil armağan etmişlerdi. Ama her ikisi de tutucu olmadıkları için sosyal
uyum konusunda pek bir şey öğretmemişlerdi. Kolunun birinin dövmelerle kaplı olması
akrabalarını şaşırtmıştı. 75 yaşındaki Lütfi dede kaş göz işareti yapmış,
büyük yengesi Fazilet Hanım da onu kenara çekip, “Bir hırka vereydim keşke
sana,” diyerek manalı manalı kolunu tutmuştu.
Telefonda bunları
annesine anlattığında, Meltem Hanım gülmüş, çocukluğunda yaşadıklarını hatırlatmıştı.
Annesinin 2 yaş büyüğü olan Derin Teyzesi, 16 yaşındayken sokak ortasında
sigara içtiği ve mopedle çarşıya gittiği için dikkat çekermiş. Ama yöresel
şalvar giyip herkesi kendine hayran bırakmayı da başardığı için onun bu
yaramazlıklarına sadece gülüp geçerlerlermiş. Lydia hayran olduğu Derin teyzesi
birkaç güllü şalvar diktirip, yaz boyu rengârenk şalvarını çekip kazıları öyle
yapma fikrini kafasına koymuştu. Meltem Hanımsa “Uslu dur bakayım,” diyerek
kızını yarı ciddi yarı şaka uyarmıştı. Derin teyzesi, hiç evlenmemiş, akademisyen
olarak üniversitede kalmış, on kadar da kitap yazmıştı. Hala sıra dışı
rengarenk gözlükler takar, tarz kıyafetler giyerdi. Annesiyse tıpkı anneannesi
gibi, her zaman inci kolyeli, fularlı bir iş kadını görüntüsündeydi. Meltem
hanım çalıştığı şirkette yöneticiydi ve sürekli bir iş toplantısına gider gibi
giyinirdi. Hatta Lydia “O anne bugün galiba İngiliz kraliyet ailesiyle yemek
var” diye annesine takılırdı.
Pencereden ıssız
sokağı izlerken, bir saat geçmiş, sahur vakti yaklaşmıştı. Komşular birer
ikişer uyanıp ışıklarını yakıyordu. Lydia kapüşonlu sabahlığını üzerine alarak
dış kapıya çıktı. Bu rakımlarda geceleri hava oldukça serindi. Soğuk hava
yüzüne çarpıyor, ama o hiç üşümüyormuş gibi dikilip sigara içiyordu.
Karşı komşuları
Gonca ninenin eşi Harun dede çok tonton bir adamdı. Pencereden görmüş olacak ki
bastonuna yaslanarak geldi ve espri yapar gibi, “Sigarayla açmışsın sahuru”
dedi. Lydia espriyi tam da anlamayarak, “Yok dedeciğim, ben oruç tutmuyorum.
Ama sahur da mı açılıyor?” diye saf saf sordu. Harun dede güldü, “Ah be yeğenim,
sana da hiçbir şey öğretmemişler!”
Tam o sırada,
Hisar tarafındaki Dört Göz Köprüsü’nden sesler geldi. Sabah saat 5’te kim gelir
ki diye ikisi birde o tarafa baktılar. Küçük bir araba, tozu dumana katarak önlerinde
durdu. Uzun boylu sarışın bir adam arabadan atladı. Lydia hızla koşup onun boynuna
atladı ve genç adam kıza sarılıp bir tur döndürdü.
Harun Dede’nin
yanında şimdi Lütfi dede de dikilmiş, şaşkın gözlerle ikisine bakıyordu. Lydia,
ayakları yere değer değmez, Chris’i elinden tutup çekerek bu iki yaşlı adamın
yanına getirdi. “Şey… Bu benim ekipten Chris,” dedi. Tüh, sevgili olduklarını belli
etmemeleri gerektiğini bir an unutuvermişti. Chris, hafifçe eğilerek,
“Lütfen sabahın bu erken saatinde rahatsız ettiğim için özür dilediğimi söyle.
İzmir’de uçaktan inince sabahı bekleyemedim,” dedi.
Şimdi kalkıp
Chris’le otele gitmeyi çok isterdi ama bu hiç hoş karşılanmazdı. Bu kadarcığına
aklı eriyordu. Zaten iki gün sonra tüm ekip burada olacaktı. O zaman kendisi de
otele taşınacaktı. Ekip Kendisi ve Chris’le Yale’de okumuş olan 3 arkeolog ve
İzmir Ege Üniversitesi'nden 5 arkeologdan oluşuyordu. On arkeolog ve yörede
yasayan birkaç işçi de ekibin daimî parçası olacaktı. Arkeologlar Şuhut’un tek oteli olan Belediye
otelinde kalacaklardı. Ama ilk bir iki hafta sonra büyük ihtimalle kendini ve
ekibini Afyon merkezdeki termal otellerin birine aldırtması daha rahat ve
keyifli bir ortam yaratırdı.
Lydia, Chris’e
“Otele git, sen şimdi dinlen, öğlene görüşürüz” dedikten sonra, ciddiyetle
dedelere dönüp, "Aramızda bir şey yok, çok mutlu oldum görünce, onun
için." Zaten Chris sigara içen kızlardan hoşlanmıyor gibi beceriksiz bir
özür uydurduktan sonra, Chris’e şımarık bir el sallayıp onu yolladı. Ardından dedelerin
ortasına geçip ikisinin de koluna girdi ve "Hadi dedeler bakalım, ne
yiyeceğiz bu gece?" diyerek onlar Lütfi Dedesinin evine doğru çekti. Sonra
da onlara çok heyecanlı işler yapacaklarını, kasabanın soylu geçmişini gün
yüzüne çıkacağını, çocuklara masal anlatır gibi anlatarak Chris’le sarılma
sahnesini hatıralarından silmeye çalıştı.
Lydia’nın bu
düzgün ama yine ülkede yaşamadığını belli eden Türkçesiyle onlara hoşluklar
yapması, bu iki dedenin de içini ısıtıyordu. Kendi dedesi İhsan’la geçen hafta
İzmir’de buluştuğunda, o da torununa, "Sen şimdi git kaz çıkar, ben de
gelip bakacağım ha," diye konuşmuş ama torunuyla beraber Afyon’a nedense
gelmemişti. Lydia, bu kazının iki günde bitmeyeceğini çok iyi biliyordu. Proje
beş yıllıktı. Kendisi ilk yıl burada olacağından emindi ama sonrası kim bilir
ne olacaktı. Bütçe değişiklikleri, politik sorunlar, her şey kazıyı engelleyebilirdi.
Kendi dedesinin aferinini almayı da çok istiyordu.
Lydia, artık yatmadı. Yemekten
sonra daha güneş yeni doğarken, yanına genç akrabalarından birini alıp hisar
tepesine çıktı. Tepeye ulaştıklarında, güneş henüz ufkun üzerinden yeni
doğuyordu. Göz alabildiğine uzanan ovanın üzerine serili ince sis tabakası,
güneş ışınlarıyla yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Kazı ekibi için WhatsApp’ta
bir grup kurup çektiği fotoğraflardan birini gruba gönderdi.
Sonra Kali çayı üzerindeki Dört Göz
Köprüsü’ne indi. Roma döneminden kalan bazı taşlar Osmanlı döneminde bu köprü yapılırken
kullanılmıştı. Bunların bir kısmında yazılar vardı. Lydia bu taşların de
resmini çekti ve paylaştı. Chris paylaşımlardan onun nerede olduğunu anlamış,
hemen oraya gelmişti.
Latince ve Eski Yunanca okumak
konusunda her ikisi de çok başarılıydı. İkisi de Dört Göz Köprüsü’nde taşların üzerinde
eğilerek yazıları incelediler. Lydia genç akrabasını eve gönderdi. “Evde sana
ihtiyaçları olabilir, sen git artık, ben Chris’le çalışayım.”
Manzara şahaneydi. Traktörler
üzerinde tarlalara giden insanlar, sabahın erken saatlerinde, sisin içinde
kervanlar gibi görünüyordu. Chris,
Lydia’nın omzuna dokunup. “Heyecanlı mısın? Kazı başlamak üzere.” Lydia’nın
gözlerinin içi gülüyordu. “Tabii ki heyecanlıyım. Düşünsene hem en sevdiğim
döneme ait bir arkeolojik kazıyı yöneteceğim, hem de belki kendi köklerimi
ortaya çıkaracağım. Ve belki de burayı herkesin ziyaret ettiği bir yere
dönüştüreceğiz ve belki de bölgenin kalkınmasına da sebep olacağız. Bu büyük bir şey.” Chris başını salladı.
İkisi, köprüden
ayrılıp hisar tepesine doğru yürümeye başladılar. Güneş artık iyice yükselmiş,
ovadaki sis tamamen dağılmıştı. Lydia, hisarın tepesinden etrafa bakarken,
buranın bir zamanlar nasıl bir yer olduğunu hayal etmeye çalışıyordu.
Synnada’nın ihtişamını, insanların burada nasıl yaşadığını, tarihin bu
topraklarda nasıl şekillendiğini düşünüyordu.
Bir süre
manzarayı seyrettikten sonra, birlikte kasabanın merkezine doğru yürümeye
başladılar. Taşların ve insanların hikâyesi, yeniden yazılmak üzereydi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder