Profil

Fotoğrafım
Ekim 2024'de yazmaya başladığım hikayelerimi ve yaptığım resimlerden bazılarını burada topladım. - - - I have gathered here the stories I started writing in October 2024, as well as some of my paintings. - - - J'ai rassemblé ici les histoires que j'ai commencées à écrire en octobre 2024, ainsi que quelques-unes de mes peintures.

17 Mart 2025 Pazartesi

12) Taşların ve İnsanların Hikâyesi



Saat gece 4'tü. Dışarıda evlerin ışıkları sönmüş, sokak lambaları ve alçak ay çevreye altın sarısı bir ışık yayılıyordu. Rüzgâr ağaçları hışırdatırken, karşıdaki kerpiç evden Gonca Ninenin öksürüğü ve ara sıra havlayan köpeklerin sesi duyuluyordu. İçinde bir huzursuzlukla uyuyamayan Lydia, pencerede durmuş, sokağı seyrediyordu.

Annesi Meltem Hanım çocukluğunda her yaz buraya geldiklerini, bir keresinde bunun Ramazan’a denk geldiğini ve çok eğlendiğini anlatmıştı. Avlularda, gece yarılarına kadar komşularla sohbetli, yemekli akşamlar geçirildiğini, kuzenleriyle gece karanlığında saklambaç oynadığı anlatmıştı. Bayram sabahında hisara çıkıp piknik yapmışlardı. Bu yüzden annesi, hisarın kazılacak olmasına üzülmüştü.

Bu sene mart ayına denk gelen oruç ayı bitmek üzereydi. Lydia kazı çalışmalarının açılışını hisarda annesinin çocukluğunda olduğu gibi bir bayram pikniğiyle yapmayı planlıyordu. Buraya geleli üç gün olmuş olsa da henüz annesinin anlattığı tarzda eğlenceli bir Ramazan aktivitesi görmemişti, ama bunu mevsime bağlıyordu. Neyse ki üç gün sonraki bayram pikniği için tanrılar 23 derece sıcaklık bahsetmişlerdi ve Lydia o günün çok keyifli geçeceğini umuyordu. Kazıya izin veren devlet yetkililerini de açılışa çağırmayı ihmal etmemişti, ama aslında davetlilerin büyük çoğunluğu hisar mahallesinden kendi akrabaları ve komşuları, arkeolog ekibiydi.

Buraya bir arkeolojik kazı için gelmesi tesadüf değildi. Annesi avlularda Roma sütun başlıklarının oturak olarak kullanıldığını, her yerden taş fışkırdığını anlatmıştı. Akrabalarının evinin hemen arkasındaki Hisar adı verilen ormanlık tepecik, aslında tam bir daire seklinde kocaman bir tümülüstü. Altında keşfedilmeyi bekleyen bir kale vardı. Şuhut… Afyon’un bu kasabası eskiden Synnada adında bir şehirdi. Friglerden başlayarak 3200 yıl boyunca değişik uygarlıkların izlerini taşıyan bu yer, şimdi önemsiz bir Anadolu kasabasına dönüşmüştü. Birkaç güne kadar tüm ekip buraya gelecek ve yaptıkları kazıdan sonra burası da gün yüzüne çıkacaktı. Lydia, bu kazıyla kasabalılara ilham olmayı umuyordu.

Dedesi İhsan Bey altmış yıl önce okumak için İzmir’e gitmiş ve bir daha kasabaya dönmemişti. Gençliğinde çok yakışıklı olan dedesi, yedi nesil İzmirli olduğunu iddia eden anneannesi Kerime Hanım’ı tavlamış ve hemen evlenmişlerdi. Kerime Hanım kocasını burjuva adetleriyle tanıştırmış ve İhsan Bey İzmir’de geçirdiği altmış yıldan sonra Hendricks cinle kokteyller yapan, resim sergilerinde gezen, puro içmeyi seven, eğlenceli hikayeler anlatan bir dedeye dönüşmüştü. Kızları Meltem ve Derin, İzmir’de doğmuşlar, Amerikan Koleji’nden sonra eğitim için İsviçre’ye gitmişler sonra onlar da bir daha dönmemişti. Gidenler geri dönmüyordu. Sadece yaz tatillerinde İzmir’e gelip Ilıca’daki yazlık evlerinde tatil yaparlardı. Onun için Afyon’a gelip gitmeleri de seyrekleşmişti.

Meltem, İsviçre’de evlenmiş, bir süre sonra da önce abisi Levi sonra da Lydia, Zürih gölüne bakan evlerinde dünyaya gelmişlerdi. Çocuklar küçükken ve Meltem henüz iş yaşamına dönmeden önce, tüm yazı Ilıca’da geçirdikleri olurdu.

Lydia, arkeolog olmaya çocukken karar vermişti. İzmir’e her geldiğinde annesi onları, henüz kazılmayı bekleyen Roma kalıntılarını görmeye götürüldüğü için, buraları kazıp gün yüzüne çıkarmayı kendine bir misyon edinmişti. Annesi Lydia’yı ve abisi Levi’yi Türkiye’nin birçok yerine götürmüş olsa da Afyon’a hiç getirmemişti. Dedesinin akrabalarıyla tanışmak onun için yeni bir deneyimdi.

Lydia’nın burada dedesinin küçük kardeşi Lütfi dede ve onun eşi Fazilet yengede kalıyordu. Onu misafir etmekten çok mutluydular ve tüm bir yıl yanlarında kalabileceğini ima ediyorlardı ama o ekip gelir gelmez otele taşınmak için bahanesini çoktan hazırlamıştı.  Çok çalışmaları gerekecekti. Aslında burada kalmaktan memnundu. Ama ekipte sevgilisi Chris de vardı ve onu akrabalarının evine getirmenin hoş karşılanmayacağını anlamıştı.

Lydia Türkçeyi çok iyi konuşuyordu. Zaten bu işi de dili sayede kapmıştı. Annesi ve anneannesi, ona ve abisine bebekliğinden beri okudukları kitaplarla çok güzel bir dil armağan etmişlerdi. Ama her ikisi de tutucu olmadıkları için sosyal uyum konusunda pek bir şey öğretmemişlerdi. Kolunun birinin dövmelerle kaplı olması akrabalarını şaşırtmıştı. 75 yaşındaki Lütfi dede kaş göz işareti yapmış, büyük yengesi Fazilet Hanım da onu kenara çekip, “Bir hırka vereydim keşke sana,” diyerek manalı manalı kolunu tutmuştu.

Telefonda bunları annesine anlattığında, Meltem Hanım gülmüş, çocukluğunda yaşadıklarını hatırlatmıştı. Annesinin 2 yaş büyüğü olan Derin Teyzesi, 16 yaşındayken sokak ortasında sigara içtiği ve mopedle çarşıya gittiği için dikkat çekermiş. Ama yöresel şalvar giyip herkesi kendine hayran bırakmayı da başardığı için onun bu yaramazlıklarına sadece gülüp geçerlerlermiş. Lydia hayran olduğu Derin teyzesi birkaç güllü şalvar diktirip, yaz boyu rengârenk şalvarını çekip kazıları öyle yapma fikrini kafasına koymuştu. Meltem Hanımsa “Uslu dur bakayım,” diyerek kızını yarı ciddi yarı şaka uyarmıştı. Derin teyzesi, hiç evlenmemiş, akademisyen olarak üniversitede kalmış, on kadar da kitap yazmıştı. Hala sıra dışı rengarenk gözlükler takar, tarz kıyafetler giyerdi. Annesiyse tıpkı anneannesi gibi, her zaman inci kolyeli, fularlı bir iş kadını görüntüsündeydi. Meltem hanım çalıştığı şirkette yöneticiydi ve sürekli bir iş toplantısına gider gibi giyinirdi. Hatta Lydia “O anne bugün galiba İngiliz kraliyet ailesiyle yemek var” diye annesine takılırdı.

Pencereden ıssız sokağı izlerken, bir saat geçmiş, sahur vakti yaklaşmıştı. Komşular birer ikişer uyanıp ışıklarını yakıyordu. Lydia kapüşonlu sabahlığını üzerine alarak dış kapıya çıktı. Bu rakımlarda geceleri hava oldukça serindi. Soğuk hava yüzüne çarpıyor, ama o hiç üşümüyormuş gibi dikilip sigara içiyordu.

Karşı komşuları Gonca ninenin eşi Harun dede çok tonton bir adamdı. Pencereden görmüş olacak ki bastonuna yaslanarak geldi ve espri yapar gibi, “Sigarayla açmışsın sahuru” dedi. Lydia espriyi tam da anlamayarak, “Yok dedeciğim, ben oruç tutmuyorum. Ama sahur da mı açılıyor?” diye saf saf sordu. Harun dede güldü, “Ah be yeğenim, sana da hiçbir şey öğretmemişler!”

Tam o sırada, Hisar tarafındaki Dört Göz Köprüsü’nden sesler geldi. Sabah saat 5’te kim gelir ki diye ikisi birde o tarafa baktılar. Küçük bir araba, tozu dumana katarak önlerinde durdu. Uzun boylu sarışın bir adam arabadan atladı. Lydia hızla koşup onun boynuna atladı ve genç adam kıza sarılıp bir tur döndürdü.

Harun Dede’nin yanında şimdi Lütfi dede de dikilmiş, şaşkın gözlerle ikisine bakıyordu. Lydia, ayakları yere değer değmez, Chris’i elinden tutup çekerek bu iki yaşlı adamın yanına getirdi. “Şey… Bu benim ekipten Chris,” dedi. Tüh, sevgili olduklarını belli etmemeleri gerektiğini bir an unutuvermişti. Chris, hafifçe eğilerek, “Lütfen sabahın bu erken saatinde rahatsız ettiğim için özür dilediğimi söyle. İzmir’de uçaktan inince sabahı bekleyemedim,” dedi.

Şimdi kalkıp Chris’le otele gitmeyi çok isterdi ama bu hiç hoş karşılanmazdı. Bu kadarcığına aklı eriyordu. Zaten iki gün sonra tüm ekip burada olacaktı. O zaman kendisi de otele taşınacaktı. Ekip Kendisi ve Chris’le Yale’de okumuş olan 3 arkeolog ve İzmir Ege Üniversitesi'nden 5 arkeologdan oluşuyordu. On arkeolog ve yörede yasayan birkaç işçi de ekibin daimî parçası olacaktı.  Arkeologlar Şuhut’un tek oteli olan Belediye otelinde kalacaklardı. Ama ilk bir iki hafta sonra büyük ihtimalle kendini ve ekibini Afyon merkezdeki termal otellerin birine aldırtması daha rahat ve keyifli bir ortam yaratırdı.

Lydia, Chris’e “Otele git, sen şimdi dinlen, öğlene görüşürüz” dedikten sonra, ciddiyetle dedelere dönüp, "Aramızda bir şey yok, çok mutlu oldum görünce, onun için." Zaten Chris sigara içen kızlardan hoşlanmıyor gibi beceriksiz bir özür uydurduktan sonra, Chris’e şımarık bir el sallayıp onu yolladı. Ardından dedelerin ortasına geçip ikisinin de koluna girdi ve "Hadi dedeler bakalım, ne yiyeceğiz bu gece?" diyerek onlar Lütfi Dedesinin evine doğru çekti. Sonra da onlara çok heyecanlı işler yapacaklarını, kasabanın soylu geçmişini gün yüzüne çıkacağını, çocuklara masal anlatır gibi anlatarak Chris’le sarılma sahnesini hatıralarından silmeye çalıştı.

Lydia’nın bu düzgün ama yine ülkede yaşamadığını belli eden Türkçesiyle onlara hoşluklar yapması, bu iki dedenin de içini ısıtıyordu. Kendi dedesi İhsan’la geçen hafta İzmir’de buluştuğunda, o da torununa, "Sen şimdi git kaz çıkar, ben de gelip bakacağım ha," diye konuşmuş ama torunuyla beraber Afyon’a nedense gelmemişti. Lydia, bu kazının iki günde bitmeyeceğini çok iyi biliyordu. Proje beş yıllıktı. Kendisi ilk yıl burada olacağından emindi ama sonrası kim bilir ne olacaktı. Bütçe değişiklikleri, politik sorunlar, her şey kazıyı engelleyebilirdi. Kendi dedesinin aferinini almayı da çok istiyordu.

Lydia, artık yatmadı. Yemekten sonra daha güneş yeni doğarken, yanına genç akrabalarından birini alıp hisar tepesine çıktı. Tepeye ulaştıklarında, güneş henüz ufkun üzerinden yeni doğuyordu. Göz alabildiğine uzanan ovanın üzerine serili ince sis tabakası, güneş ışınlarıyla yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Kazı ekibi için WhatsApp’ta bir grup kurup çektiği fotoğraflardan birini gruba gönderdi.

Sonra Kali çayı üzerindeki Dört Göz Köprüsü’ne indi. Roma döneminden kalan bazı taşlar Osmanlı döneminde bu köprü yapılırken kullanılmıştı. Bunların bir kısmında yazılar vardı. Lydia bu taşların de resmini çekti ve paylaştı. Chris paylaşımlardan onun nerede olduğunu anlamış, hemen oraya gelmişti.

Latince ve Eski Yunanca okumak konusunda her ikisi de çok başarılıydı. İkisi de Dört Göz Köprüsü’nde taşların üzerinde eğilerek yazıları incelediler. Lydia genç akrabasını eve gönderdi. “Evde sana ihtiyaçları olabilir, sen git artık, ben Chris’le çalışayım.”

Manzara şahaneydi. Traktörler üzerinde tarlalara giden insanlar, sabahın erken saatlerinde, sisin içinde kervanlar gibi görünüyordu.  Chris, Lydia’nın omzuna dokunup. “Heyecanlı mısın? Kazı başlamak üzere.” Lydia’nın gözlerinin içi gülüyordu. “Tabii ki heyecanlıyım. Düşünsene hem en sevdiğim döneme ait bir arkeolojik kazıyı yöneteceğim, hem de belki kendi köklerimi ortaya çıkaracağım. Ve belki de burayı herkesin ziyaret ettiği bir yere dönüştüreceğiz ve belki de bölgenin kalkınmasına da sebep olacağız.  Bu büyük bir şey.” Chris başını salladı. 

İkisi, köprüden ayrılıp hisar tepesine doğru yürümeye başladılar. Güneş artık iyice yükselmiş, ovadaki sis tamamen dağılmıştı. Lydia, hisarın tepesinden etrafa bakarken, buranın bir zamanlar nasıl bir yer olduğunu hayal etmeye çalışıyordu. Synnada’nın ihtişamını, insanların burada nasıl yaşadığını, tarihin bu topraklarda nasıl şekillendiğini düşünüyordu.

Bir süre manzarayı seyrettikten sonra, birlikte kasabanın merkezine doğru yürümeye başladılar. Taşların ve insanların hikâyesi, yeniden yazılmak üzereydi.

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder