Selin kulaklığını taktı. Çevrimiçi yazarlık atölyesi başlamış, ekrandan hocanın sesi geliyordu. Asansörle indi, sokağa çıktı. Son beş gün içinde, normalde bir yılda kaydedilen kar yağışının %45’i yağdı, diyorlardı. Tam 71 santimetre, son 127 yılın en yoğun kar yağışıymış.
Ekranda,
diğer katılımcılar konuşuyordu. Selin de izlemek istiyordu ama kaldırımın her
iki yanında birikmiş dağ gibi kar yığınları geçişi öyle daraltmıştı ki, önüne
bakmadan ilerleyemiyordu. Mikrofonunu sessize alırken, elleri buz kesti, yün
eldivenlerine kavuşmak için sabırsızlandılar. Eğer kız kardeşi onu bu kürk
şapkayla görseydi, doğa ve insanlık adına en az bir saat vaaz verirdi. Ama bu
“tuque” sayesinde Selin sıcacıktı. Dışarıda kar rekorlar kırıyor, hava şubat
ayında Montreal’e yakışır derecede dondurucu, insanlar soğukta koşturuyordu. İçerideyse
başka bir dünya, sekiz saat ilerideki İstanbul’dan edebiyat meraklıları sıcacık
evlerinde akşam çaylarını yudumlayarak sohbet edip şakalaşarak derse
başlıyorlardı.
O
andan sonra Selin, dış dünyadan koptu. Sadece kazasız belasız eve varacak kadar
dikkatini yola vererek, tamamen atölyeye kaptırdı.
Apartmanın
kapısından içeri girdiğinde, gözü her zaman olduğu gibi girişteki lobide,
koltuk takımının ortasındaki büyük sehpadan ona bakan Mao’nun biyografisine
ilişti. Çok kalın bir kitaptı. Her buradan geçişinde, Mao’nun kapağı kaplayan
suratına bakıp “Şu kitabı bir gün eve alıp karıştırmalıyım,” diye düşünüp
duruyor, ama bir türlü bu eylemi gerçekleştirmiyordu. Böyle bir gün kitap
kaybolup gidecekti. Diyorlardı ki Çin’den gelen göçmenlerin bir kısmı mülteci değil,
casusmuş. Belki de bu casuslar her binaya girip, girişe birer Mao biyografisi
bırakıyorlardı, kim bilir.
Fransızca
sınıfındaki Çinlileri düşündü. Bir an evvel Fransızca öğrenip çalışma ya da
eğitim hayatına geçmek için canla başla çalışıyorlardı. Selinse Turist Ömer
gibi keyif yapıyordu. Canı isterse ev ödevlerini yapıyor, istemezse sınıfta
öğrendikleri ve eşiyle konuştuğu Fransızca ona yetiyordu. Her dört haftalık
dönemde bir üst seviyeye çıkıyor, her seviyede sınıfında mutlaka birkaç Çinli
oluyordu. Onları tek tek aklından geçirip hangisinin casus olabileceğini
düşündü. Çin mahallelerindeki süslemelerin birçoğunun sponsoru da Çin
devletiymiş zaten. Montreal’de her binaya bir Mao kitabı bırakmak dışında daha
ne gibi casusluk faaliyetleri yapıyorlardı acaba?
O
anda, kaymamak için ayakkabılarının altına taktığı çivili tabanların ikisini
birden düşürdüğünü fark etti. “Hadi ya! Nasıl fark etmedim?”. Yakın bir yerde
düşürmüş olabileceğini düşünüp, aceleyle dışarı çıktı. Karlarla mücadele ederek
St. André Caddesi’nden Rue de la Commune’a saptı. Eve gelirken geçtiği yolları
sağa sola bakarak taradı, Bonsecours Pazarı’na kadar geri yürüdü.
Bu
sırada, hoca katılımcıların metlerini yorumluyordu. Dersi daha fazla kaçırmamak
için kramponları aramayı bırakıp aceleyle eve döndü. Asansörde internet
bağlantısı kesildi. Geçen hafta zihninde şekillendirip kâğıda dökmeyi
ertelediği her şeyi çoktan unutmuştu. Eve girip ayakkabılarını, mantosunu ve
şapkasını çıkardı. Kahve makinesini çalıştırıp bu sefer dersi daha dikkatli
dinlemeye başladı.
Katılımcılar
geçen haftanın ödevini için yazdıklarını okumaya devam ediyorlardı. "Kaybolan
bu nesne üzerinden geçmişteki kayıplarımızı hatırlayan bir metin"
yazılacaktı. Kendisine sıra gelmeden çabucak demin kaybettiği tabanlıkları
yazının girişine ekleyiverdi. Selin Fransızca
kursundan çıkmış, kulaklığını takıyor. Çevrimiçi yazarlık atölyesi. Asansörle
inip, sokağa çıkıyor. Çok kar yağmış. Tam 71 santimetre, son 127 yılın en yoğun
kar yağışıymış. Ekranda, diğer katılımcılar konuşuyor. Kayıp düşmemek için dikkatlice eve yürüyor.
Sakar kadın dün, ayakkabılarına taktığı çivili altlığı düşürmüş. Yollar çok
kaygan. Montreal Belediyesi kaldırımlara tuz atmaya bile yetişemiyormuş. Buradan
sonrası hazırladığı metinle birleşiyor bu kayıp ona çocukken kaybettiği kırmızı
örme eldivenleri hatırlatıyordu. Babaannesi beş şişle örmüştü. 1980 Ankara’da
karlı buzlu bir gün, on yaşında bir kız annesi onu gaz almak için göndermişti.
Eve dönerken düşmüş, elindeki plastik şişedeki gaz, kareli mantosuna serpilmiş
ve onu sileceğim derken eldivenlerini düşürmüştü. Kaybolan güzel günler.
Mantonun kahverengi mavi kareleri gözünün önünden geçti, burnuna gaz kokusu
geldi. O günden sonra da elde örülmüş eldiven giymemişti büyük ihtimalle. Oradan
15 yıl ileri sarıp bu sefer de Stockholm’de metroda banka bırakıp, trene
binerken unuttuğu, üniversite ders notlarını hatırlıyor. Metro kapılarının
kapanışını ve tren hareket ederken, bankta unuttuğu dosyayı görüşünü, onlara
son defa bakışını, demin Mao kitabına baktığı gibi. Bir durak sonra inip, o
istasyona döndüğünde onları bulamayacaktı çünkü. Ders notları kimin işine yarar
ki. Tam da sınava birkaç gün kala. O sınavdan geçip geçmediğini hatırlamadı. O
sırada bilgisayarın hoparlöründen eğitmenin sesi duyuldu: "Selin seninkini
alalım mı? "
Selin,
istemsizce irkildi. “Kusmuk gibi mi oldu acaba?” diye düşündü. Kendi
kayıplarını anlatmak da neyin nesiydi. Nesnel kayıplar nedir ki, onunla
birlikte kaybolan anılardan söz etmeliydi. Herkes birer birer yazdıklarını okumuştu.
Birçoğunun kurgusunu kendininkinden çok daha başarılı buluyor, okuma cesareti
her yeni katılımcıyla biraz daha azalıyordu. Ama hikayesini okudu. Yine kurguda
çatışma ve zorluk eksikti. Her zamanki gibi daha çok anı tarzı bir şey
olmuştu.
Belki
de anılarını kaleme almalıydı. Nasıl ki resimde en çok portre yapmaktan zevk
alıyorsa, edebiyatta da biyografi, otobiyografi ya da anı yazmaktan keyif alabileceğine
emindi. Belki lobiye bırakılan Mao kitabından ilham alabilirdi. Ya da aylardır üzerinde
çalıştığı aile kroniğine daha hikayemsi unsurlar ekleyebilirdi. Geçen gün,
Kanadalı anı yazarı Alison Wearing’in bir dersine katılmış ve Montreal’de bir
yılı bir konteyner olarak kullanarak anılarını kaleme almayı düşünmüştü.
Bunların okumaya değer şeyler olup olmadığından emin olmasa da yazma düşüncesi
iyice pekişmişti. Zaten bu kayıp hikâyesi de eski anılardan bir demek sunmuyor
muydu?
Ders
bitti, Selin İstanbul’a iyi geceler dedikten sonra motivasyonun kaybetmeden bir
hafta sonraki ödevi yazmaya başladı. Her zaman hikayelerinde anlattığı kadınlar
aslında kendisinin farklı versiyonlarıydı. Eski kıta güne çoktan elveda dediğinde Selin’e,
kendi anılarının en önemlilerinden bir demet daha yaşattı. O sırada kapıda
anahtar döndü. Selin “mon amour” diye kapıya koştu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder