Bahçe
yavaş yavaş boğucu sıcağını akşam serinliğinin rahatlığına bırakırken Çiğdem
demir sürgüyü itip, tanıyamadığı yabancıya avlu kapısını açtı. Ağır kapının
yabancının üzerine kapanmaması için önüne siper oldu. Bu güzel arabadan çevik
hareketlerle inen esrarengiz beyefendi sadece onda değil, herkeste bir merak
uyandırmıştı.
Çiğdem,
koşup kendine yetişen eşi Jacques’la, misafiri karşılarken, Ayhan dayı da yerinden
kalkmış kapıya yaklaştıkça adımlarını hızlandırmış, kapıya geldiğinde nefes
nefese kalmıştı. Misafir buz çantasında getirdiği Dom Perignon şampanyayı
Çiğdem’e takdim etti. Ayhan onu sıkıca ve uzunca kucakladı ve “Sinan, eski
dostum, hoş geldin,” dedi. O an Çiğdem bunun Avukat Sinan Bey olduğunu anladı. “Sinan
Bey ne kadar incesiniz.”, diyerek hediye için teşekkür etti.
Çiğdem’in
bu gelişte bir parmağı yok değildi. Sinan Bey’le sadece telefonda görüştüğü
için yüzünü ilk defa görüyordu. Doğrusu böyle habersiz çıkıp gelmesini
beklememişti. Yüz elli sayfalık aile kitabında annesinin ve dayısının İstanbul
dönemine yalnızca iki sayfa ayırmıştı. Annesinin bu eski aşk hikâyesini ilk defa
kasımda geldiğinde, onun kadar ketum bir kadın tanımıyordu. Hale teyzesi
sayesinde öğrenmişti. Yıllar boyu bu aşk hikayesi hakkında tek kelime
etmemişti. Sadece bu değil, kitabı yazarken herhangi bir konuda bilgi almak
mümkün olmamıştı. Hep “Bilmiyorum”, “Unuttum” gibi cevap verip Çiğdem’i çileden
çıkarmıştı da bir gün ona, “Annecim sen KGB ajanı olmalıymışsın” deyivermişti.
En
önemli bilgi kaynakları, seksen yaşındaki Ayla teyzesi ve ondan dokuz yaş küçük
ve fil hafızasına sahip, Hale teyzesi olmuşlardı. Ayla teyze 1950’lere ve
60’lara inen bilgi kaynağıydı. Annelerinin gençlik yıllarını, dedelerinin plak
merakını ve o dönemin günlük yaşamını en güzel o anlatmıştı. Ancak 1971’de bir
gazete ilanıyla tanıştığı, Münih’te yaşayan Denizlili enişteyle evlenip
Almanya’ya gitmişti. Orada kızları Pelin ve Selin’i dünyaya getirmiş ve 1985’te
yurda kesin dönüş yaptıklarında, Denizli’ye yerleşmişlerdi. O sebeple yetmişler
Hale teyzenin alanıydı.
İstanbul’da
Hale teyzesini ziyaret ettiğinde, o her şeyi en ince ayrıntısına kadar
anlatmıştı. Hale, ailenin tüm bilgilerinin saklı olduğu bir ansiklopedi
gibiydi. Ona, çocukluğundaki 4K projesinden, okulda yaptığı yaramazlıklardan,
avlulardan geçerken saçlarına yapışan pıtraklara kadar tüm detayları
anlatmıştı. Hatta Hale teyzesi hakkında bir kitap yazacak kadar bilgi çıkabilirdi.
Ancak Çiğdem diğer kardeşlere ayıp olmasın diye, tüm bu anlattıklarının onda
birini bile kitaba koymamıştı.
İsmini
ve soyadını ögrendikten sonra, Sinan’ı bulması zor olmamıştı. Yetmiş yaşını
aşmış olmasına rağmen, hâlâ bir avukatlık bürosu vardı. Birkaç aile şirketinin
kurumsal avukatlığı yanında, aile içi şiddete maruz kalan kadınlara ücretsiz hukuki
destek de veriyordu. Çiğdem, annesinin ve dayısının üniversite yıllarına dair
fotoğraflar ve anılar toplayabileceği umuduyla büroya gitmiş, sekreteri Sinan
Bey’in bir dava için Antalya’da olduğunu, ama hemen arayıp onu telefonda
görüştürebileceğini söylemişti.
Telefondaki
adamın duygulu sesinden, onun annesine gönül bağının ne kadar derin olduğunu
anlaması güç olmadı. Yazın kızlarıyla Amasra’ya tarihî bir gezi yapacağını öğrendiğinde,
biraz da laf olsun diye, “İyi, Filyos’taki aile buluşmamıza bekleriz,”
deyivermişti. Ancak ne bir tarih ne de ciddi bir davet söz konusu olmuştu. Hatta
Çiğdem, bunu söyler söylemez gereksiz bulup pişman olmuş ve konuyu unutmuştu. Anlaşılan,
Sinan Bey unutmamış, Ayhan Dayı’yı arayıp kendini davet ettirmeyi başarmıştı.
Leman
Hanım masanın ortalarında, kalkmış, kapıya gelip gelmemekte tereddüt eder gibi
sandalyesini tutmuş misafirin bahçeye girmesini beklemekle yetindi. Misafiri tanımış
ama tam emin olmadan ani bir hareket yapmamak için sandalyesinden ayrılmıyordu.
Sinan’ı
görmek, onu telaşlandırmış ve yanaklarını kızartmıştı. Ayhan’ın
münasebetsizliği, diye düşünmekle beraber, gülümseyen gamzeleri ve ışıldayan
gözleriyle heyecanlandığı belli oluyordu. Ama yine de abisi Ayhan’ın, eski okul
arkadaşı Sinan’ı aile buluşmasına davet etmesini doğru bulmuyordu.
Ayhan,
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne başladığı gün Sinan’la yan yana
oturmuş, o tesadüf bir dostluğun başlangıcı olmuştu. O andan itibaren de
birinci sınıf boyunca ayrılmaz arkadaş olmuşlardı. Aralarından su sızmazdı.
Abisi
ikinci sınıfa geldiğinde Leman da aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi’ni
kazanarak İstanbul’a taşınmıştı. Abisiyle Fatih’te tuttukları mütevazı evde
kalıyor, birlikte yürüyerek okula gidip geliyorlardı. Sinan’la ilk günden tanışmış
aralarındaki çekim o saniye başlamıştı ve bu Leman’ı ona karşı hep biraz utangaç
ve çekingen yapmıştı.
Sinan,
İstanbul’un köklü, hali vakti yerinde bir ailesinden geliyordu, ama o da Ayhan
gibi ‘68 kuşağının ideallerini paylaşıyor, burjuvaziyi yıkmaktan söz ediyordu. Buna
rağmen o zarif hâli, düzgün Türkçesi, ütülü gömlekleri ve Galatasaray Lisesi’nden
tanıdığı arkadaş çevresiyle, İstanbullu olmaktan öte bir burjuva çocuğu
olduğunu saklaması kolay olmuyordu.
Leman
okula kayıt yaptırdıktan beş ay sonra babaları vefat etti. Ayhan, zaten ’68
eylemleri yüzünden okuldan atılmak üzereydi. Babasının vefatıyla para durumları
iyiden iyiye bozulunca ikinci sınıfın ortasında okulu bırakıp bir avukatlık
bürosunda memur olarak çalışmaya başladı. Leman okulunu bitirene ve edebiyat
öğretmeni olarak Ankara Atatürk Lisesi’ne atanana kadar abisi çalışıp kirayı
ödedi ve onu okuttu. Leman, abisine bu borcunu ömür boyu hiç unutmayacaktı.
Dul
kalan anneleri ve henüz evlenmemiş ablası Ayla, babasının görevini devralıp evi
geçindirmeye başladılar. İki ortanca kız neyse ki parasız yatılı okuldaydılar.
Ancak evde yaşları on ile on dört arasında üç kardeş daha vardı. Zor yıllardı
ve Ayhan kendini feda etmişti. Daha sonra Leman’ın fakülteden arkadaşı Gül’le
evlendi.
O
yıllarda Sinan, hukuk fakültesini bitirene kadar onların evine gidip geldi.
Leman ve Sinan, bir iki kaçamak bakış ve tesadüfi birkaç konuşma dışında
birbirlerine açılamamışlardı. Ta ki Leman’ın mezuniyet törenine kadar. Sinan bir
yıl evvel mezun olmuş genç bir avukattı. Çiçek almış ve abisiyle yengesi
mutfaktayken Leman’ı tutup öpmüş, “Bir gün evleneceğim seninle, sakın bir
yerlere kaybolma.” demişti.
Ama
olaylar farklı gelişti. Leman, 1972’de Ankara’ya atandıktan kısa süre sonra,
çalıştığı lisede öğretmen arkadaşının abisi Serdar’la tanışıp, bir yıl gibi
kısa bir sürede evlenivermişti. Serdar, kendisininkine benzer bir aileden
geliyordu. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde iktisat okumuş, Devlet Planlama
Teşkilatı’nda iyi bir işe girmişti. Leman, o sıralarda Sinan’ı fazla burjuva
buluyor, o istese bile ailesinin Leman gibi bir taşralıyla evlenmesine izin
vermeyeceğini düşünüyordu. Zaten bu konular yüzünden “Avukat Sinan Bey” diye
başlayan bir fikir tartışmasının ardından Sinan’a öfkelenmiş, o öfkeyle Ankara’ya,
kentin köklü liselerinden birine atanmayı talep etmişti.
Serdar’la
mutlu sayılabilecek bir evlilikleri ve üç çocukları oldu. Kızları Çiğdem ve
Deniz 7 ve 5 yaşlarındayken, 12 Eylül askeri darbesi geldi. Bu Serdar’ın politik
kariyerini altüst etmekle kalmamış, siyasi faaliyetleri nedeniyle, onları
ailece İsviçre’ye iltica etmek zorunda bırakmıştı. Oğulları Onur Basel’de
doğdu. Çocuklar büyüyünce, otuz yıllık evlilik, boşanmayla sona ermişti. Leman
İzmir’deki yazlığa taşınmış ve son yirmi yıldır kendini, bahçesine ve devasa
kütüphanesindeki kitaplarına vermişti. On yıl kadar önce de bir şiir kitabı çıkarmıştı.
Şimdi
Ayhan ve Sinan ona doğru yürüyorlardı. Sinan, yapmacık ama geçmiş zamanlardan
hatırladığı komik tavırlarıyla “Enchanté madame” diyerek Leman’ın elini tutup
dudaklarına götürerek hafif bir öpücük kondurdu. Daha sonra Leman’ı daha fazla
utandırmamak için Ayhan’ın gösterdiği şekilde masanın başına doğru onunla
yürüdü.
Leman,
yarım asır önce ayrılırken yaşadıkları tartışmayı ve on dört yıl önce Sinan’ın
annesi Jale Hanım’ın cenazesinde, Sinan’la aralarının yeniden düzeldiğini
hatırladı. Bu düşüncelerle, iki arkadaşa zaman tanımak ve onlara daha sonra
katılmak için yeniden yerine oturdu.
Çiğdem,
Jacques’ı E-type’ın yanında bırakıp masaya dönmüştü. Annesinin karşısındaki
sandalyede yerini aldı. Sinan Bey çıkıp gelmeden on dakika kadar önce aile
tarihi hakkında hazırladığı kitapçığı dağıtmıştı. Kuzeni Selin de herkes için kişiye
özel motiflerle hazırladığı kitap ayraçlarını masaya dağınık şekilde yaymış, misafirler
kendi ayraçlarını bulmak için hummalı ve eğlenceli bir arayışa girmişti. Şimdi
ayraçlardaki desenlerden ve Çiğdem’in hazırladığı kitaptan söz ediyorlar, Hale
ve Nejla teyzelerin 1970’lerdeki mini eteklerinin boylarına yorum yapıyor,
teyzelerin güzelliğini övüyorlardı. Artık beyaz dalgalı saçlarıyla tatlı
büyükannelere dönüşmüş bu teyzeler, o zamanlar biri kumral diğeri sarışın, Charlie’nin
melekleri gibi alımlıydılar.
Ayhan
dayı, misafirini baş köşeye, ablası Ayla’yla aralarına oturttu. “Misafirimize
bir servis açın çocuklar,” diye garsona seslenir gibi gençlere seslendi.
Gençlerin
üzerinde Çiğdem’in bastırdığı tişörtler vardı. Beyaz tişörtlerin önünde Dut
ağacı ve ağacın üzerinde 1915 yazıyor, ağacın büyük dallarında dede ve
anneannesinden başlayarak ince dallara doğru torunların isimleri yer alıyordu.
En üstteki “Filyos Buluşması 2024” yazısı, ileriki yıllarda yeni buluşmalar
yapma umudu taşıyordu.
Sinan,
şapkasını çıkarıp masada yanına bıraktı ve kırlaşmış dalgalı saçlarını
parmaklarıyla arkaya attı. Ayhan, misafirinin bardağına bir kadeh rakı
doldururken, “Arabayı burada bırakırsın, akşam Yeni Konak’ta uyursun, ya da
çocuklar götürür artık… Neredeydi bu kamp yeri? Amasra’da mı?”. Ardından cevabı
beklemeden ekledi “Neyse bizde kalırsın, gece gece göndermem çocukları da.”. Sonra
eskilerden uzun sohbetlere daldılar.
Ayhan,
“Üstadım, düşünüyorum da 1968 yazında, tatile geldiğimde, babam ciddi ciddi bu ahşap
evi yıktırıp yeni betonarme bir ev yaptırmak istiyordu. Elinde kâğıt kalem,
sürekli planlarını çiziyordu. İyi ki de başlamamış. O yıl aralık ayında onu kaybettik.
Ne yapardık o zaman? Yarım kalmış ev, hadi ortanca kızlar yatılı okula
başladılar, evde üç küçük çocuk, annem, ablam. Ne zor günlerdi. Ama annem bu
evde idare etti gitti. Bahçeden gelenleri, tavukların yumurtalarını sattığı
bile olmuştur. Neyse, kızlar okullarını bitirdi de kendimize geldik.”
Sinan
bunları dinlerken biraz utandı. Kendisi o yıllarda, Boğaz’daki yalılarında anne
babasının yanından kaçmak için onlara gelir, yemeğini orada yer, Fatih’ten
Bebek’e akşam vakti yatmadan yatmaya dönerdi. Tabii bir asalak değildi,
gelirken yanında bir şeyler almayı ihmal etmezdi. Dışarı çıkıp kafaları
çektiklerinde, hesabı öderdi ama bunlar onun için ufak giderlerdi. Ayhan “Zor
günlerdi.” diye sözünü bitirdi.
1940’a
kadar bölgenin en varlıklı aileleri, otuz yılda, neden pazarda yumurta satacak
kadar fakirleşmişlerdi? Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı tam hızla ilerlerken ve
Türkiye’de erkekler savaş korkusuyla askere alınırken, bu ailenin köylü
dedikleri kesimden tek farkları, onlar gibi açlık ve yoksulluk çekmiyor
olmalarıydı.
Bunu
takip eden yirmi yılda aile gitgide eski gücünü kaybetmişti. Fakirleşmişler ama
aydınlanmışlardı. 1960’larda kızlarını eğitmekle kazada öncülük etmişlerdi.
Dedesi Rıza Bey, annesi Leman’ın tuttuğu lamba ışığında çocuklara Ulus
gazetesinden Çetin Altan yazıları okuyan bir ilericiye dönüşmüştü. Annesi Leman
da abisi Ayhan’la beraber İstanbul’a üniversite okumaya gönderilmiş, ortanca
teyzeleri Hale ve Nejla yatılı öğretmen okuluna verilmişti. Leman ailede, hatta
tüm Filyos’ta üniversiteye giden ilk kadındı.
Şimdi,
U şeklinde yerleştirilmiş masaların ortasında fısıldaşan ortanca teyzeler Nejla
ve Hale, uzun yıllardır İstanbul’da yaşıyorlardı. Ama o şehre ilk geldiklerinde
15-16 yaşlarındaydılar ve babaları, Leman’ı üniversiteye kaydetmeye götürürken,
ısrarla peşine takılmışlardı. Daha sonra kış tatillerinde İstanbul’da bir iki
hafta kaldıkları da olmuştu. O zamanlar abilerinin evinden ayrılmayan bu adamı
ablalarına pek yakın bulmuş, gülüşüp şakalar yapmışlardı. Şimdi elli yıl sonra
“Neden buraya gelmiş ki?” diye aralarında fısıldaşıyorlardı. Fonda Nilüfer
“Aldanırım sanma iki kere…” diyordu.
Ayhan
1980 askeri darbesinde sendikacılıktan, işçileri örgütlemekten tutuklandığında,
Sinan arkadaşının avukatlığını yapmıştı ama iki yıl hapis yatmasını
engelleyememişti. O yıl babasını da elim bir kazada kaybetmiş ve zaten Leman’ın
evliliğinin yarattığı kalp kırıklığını yıllar boyu atlatamamış olduğundan, iyice
boşluğa düşmüştü. 1981’de Sorbonne’da Ticari Hukuk doktorası yapmak için
Paris’e taşınmıştı. Beş yıl sonra tanıştığı Estelle’le evlenmediler, ama ikiz
kızları oldu. Zaten kızlar on yaşındayken ayrılmışlar, Estelle Amerikalı bir
adamla evlenip, kızları Sinan’a bırakıp Amerika’ya taşınmıştı.
“İkizler
kaç yaşında oldu şimdi?” diye sordu Ayhan. “Camille ve Chloé 38 yaşındalar,” deyince
Ayhan’ın gözleri doldu “Eh, yıllar geçiyor. Benim büyük oğlanın ellinci doğum
günüydü geçen gün. Annesiyle ayrıldığımızdan beri benimle konuşmuyor. Şerefine
bir kadeh kaldırdım.”
Ayhan,
Gül’le boşandıklarını, emekli olduktan sonra memlekete taşındığını ve oğlunun
küskünlüğünü anlattı. Sonra da arkadaşının sözünü kestiği için utanıp, “Ee,
kızlar diyordun. Ben gördüğümde daha genç kızdılar. Ne yapıyorlar şimdi?” dedi.
Sinan, “Kızlar iyiler. Evlendiler. Dört de minik torunum var. Hiç sorma, bir
tatlılar, yiyesim geliyor! Biliyorsun, kız kardeşim hiç evlenmedi. Kızlarla
küçüklüklerinden beri kendi çocuğu gibi ilgilendi. Hatırlıyorsun, sen ona 'Züppe
Suna' derdin. Hahaha! Çok gülerdik. Suna güzel piyano çalar. Annem de çalardı.
Hatırlıyor musun? Aznavour’un La Boheme’sünü çok severdi. Bunu söyleyince biraz
durakladı, “En son, annemin cenazesinde görüşmüştük.” diye ekledi.
İkisi
de bir an durup Jale Hanımı düşündüler. O tam bir hanımefendiydi, 79 yaşında
Alzheimer’den ölene kadar zarafetinden hiçbir şey kaybetmemişti. Sinan “Tabii
Suna klasik müzik eğitimi aldı.” diye devam etti. “Kızları da o eğitti sayılır,
sanat resim, bale, piyano. Şimdi de torunlarıma sardı. Ama iyi ediyor. Ben oyun
dedesi, o disiplinli hala.” Sonra kahkaha atarak devam etti. “Neyse şimdi artık
anneleriyle de daha sık görüşüyorlar. Onlar adına seviniyorum. Ben de işte,
emeklilik hayatı yaşıyorum, ufak tefek davalar alıyorum.”
Ayhan,
Estelle’le hiç tanışmamıştı. Ama “Kızların anneleriyle görüşmesi iyi..” dedi
düşünceli düşüneli. Suna’yı gençliğinde hiç sevmediğini hatırladı. Gül’ün bu
nefret ilişkisinden bile kıskançlık duyduğunu da hatırlayıp kendi kendine güldü.
Konuyu değiştirip masanın ortasında oturan Çiğdem ve Jacques’ı göstererek, “Leman’ın
damadı da Fransız… Yok, yok, Fransız değil, Belçikalı ama Fransızca konuşuyor. Senin
arabayı anlaşılan çok beğendi. Başından on dakika ayrılmadı. Adı Jacques.
Çiğdem’in kocası. Senin Galatasaraylı çocuklardan öğrendiğim birkaç kelimeyle
ona hava atıyordum. Ama şimdi sen varken hava atılmaz! Çiğdem Leman’ın büyük
kızı, bu kitap meselesi için seni bile aramış, dedektif gibi ailenin tüm şeceresini
çıkardı. Neyse, sonra gelir, sohbet edersiniz. Hadi, buluşmamızın şerefine,”
deyip kadehini kaldırdı.
Devamı 3. bölüm. Gelecek hafta
Geçmişin Misafiri
Aile evinin bahçesinde kurulan sofra, yıllar sonra çıkan bir
misafirle sarsılır. Bu Leman Hanım’ın üniversite yıllarındaki aşkı Avukat Sinan’dır.
Gençlik yıllarına ve aile tarihine açılan bu beklenmedik ziyaret hem Leman’ın
hem de diğer aile bireylerinin gizli anılarını gün yüzüne çıkarır. Çiğdem’in
kaleme aldığı aile kitabı ve yaptığı araştırmalar, eski ilişkileri ortaya
çıkarırken; masada toplanan aile, hem tarihleriyle hem de birbirleriyle yeniden
tanışır. Eski dostluklar, kayıplar, sitemler ve bir tutam umutla karışan bu
buluşma, geçmişin izlerini bugüne taşıyacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder