Profil

Fotoğrafım
Ekim 2024'de yazmaya başladığım hikayelerimi ve yaptığım resimlerden bazılarını burada topladım. - - - I have gathered here the stories I started writing in October 2024, as well as some of my paintings. - - - J'ai rassemblé ici les histoires que j'ai commencées à écrire en octobre 2024, ainsi que quelques-unes de mes peintures.

16 Haziran 2025 Pazartesi

17- Aile Toplantısı 2. Bölüm

 

Bahçe yavaş yavaş boğucu sıcağını akşam serinliğinin rahatlığına bırakırken Çiğdem demir sürgüyü itip, tanıyamadığı yabancıya avlu kapısını açtı. Ağır kapının yabancının üzerine kapanmaması için önüne siper oldu. Bu güzel arabadan çevik hareketlerle inen esrarengiz beyefendi sadece onda değil, herkeste bir merak uyandırmıştı.

Çiğdem, koşup kendine yetişen eşi Jacques’la, misafiri karşılarken, Ayhan dayı da yerinden kalkmış kapıya yaklaştıkça adımlarını hızlandırmış, kapıya geldiğinde nefes nefese kalmıştı. Misafir buz çantasında getirdiği Dom Perignon şampanyayı Çiğdem’e takdim etti. Ayhan onu sıkıca ve uzunca kucakladı ve “Sinan, eski dostum, hoş geldin,” dedi. O an Çiğdem bunun Avukat Sinan Bey olduğunu anladı. “Sinan Bey ne kadar incesiniz.”, diyerek hediye için teşekkür etti.

Çiğdem’in bu gelişte bir parmağı yok değildi. Sinan Bey’le sadece telefonda görüştüğü için yüzünü ilk defa görüyordu. Doğrusu böyle habersiz çıkıp gelmesini beklememişti. Yüz elli sayfalık aile kitabında annesinin ve dayısının İstanbul dönemine yalnızca iki sayfa ayırmıştı. Annesinin bu eski aşk hikâyesini ilk defa kasımda geldiğinde, onun kadar ketum bir kadın tanımıyordu. Hale teyzesi sayesinde öğrenmişti. Yıllar boyu bu aşk hikayesi hakkında tek kelime etmemişti. Sadece bu değil, kitabı yazarken herhangi bir konuda bilgi almak mümkün olmamıştı. Hep “Bilmiyorum”, “Unuttum” gibi cevap verip Çiğdem’i çileden çıkarmıştı da bir gün ona, “Annecim sen KGB ajanı olmalıymışsın” deyivermişti.

En önemli bilgi kaynakları, seksen yaşındaki Ayla teyzesi ve ondan dokuz yaş küçük ve fil hafızasına sahip, Hale teyzesi olmuşlardı. Ayla teyze 1950’lere ve 60’lara inen bilgi kaynağıydı. Annelerinin gençlik yıllarını, dedelerinin plak merakını ve o dönemin günlük yaşamını en güzel o anlatmıştı. Ancak 1971’de bir gazete ilanıyla tanıştığı, Münih’te yaşayan Denizlili enişteyle evlenip Almanya’ya gitmişti. Orada kızları Pelin ve Selin’i dünyaya getirmiş ve 1985’te yurda kesin dönüş yaptıklarında, Denizli’ye yerleşmişlerdi. O sebeple yetmişler Hale teyzenin alanıydı.

İstanbul’da Hale teyzesini ziyaret ettiğinde, o her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmıştı. Hale, ailenin tüm bilgilerinin saklı olduğu bir ansiklopedi gibiydi. Ona, çocukluğundaki 4K projesinden, okulda yaptığı yaramazlıklardan, avlulardan geçerken saçlarına yapışan pıtraklara kadar tüm detayları anlatmıştı. Hatta Hale teyzesi hakkında bir kitap yazacak kadar bilgi çıkabilirdi. Ancak Çiğdem diğer kardeşlere ayıp olmasın diye, tüm bu anlattıklarının onda birini bile kitaba koymamıştı.

İsmini ve soyadını ögrendikten sonra, Sinan’ı bulması zor olmamıştı. Yetmiş yaşını aşmış olmasına rağmen, hâlâ bir avukatlık bürosu vardı. Birkaç aile şirketinin kurumsal avukatlığı yanında, aile içi şiddete maruz kalan kadınlara ücretsiz hukuki destek de veriyordu. Çiğdem, annesinin ve dayısının üniversite yıllarına dair fotoğraflar ve anılar toplayabileceği umuduyla büroya gitmiş, sekreteri Sinan Bey’in bir dava için Antalya’da olduğunu, ama hemen arayıp onu telefonda görüştürebileceğini söylemişti.

Telefondaki adamın duygulu sesinden, onun annesine gönül bağının ne kadar derin olduğunu anlaması güç olmadı. Yazın kızlarıyla Amasra’ya tarihî bir gezi yapacağını öğrendiğinde, biraz da laf olsun diye, “İyi, Filyos’taki aile buluşmamıza bekleriz,” deyivermişti. Ancak ne bir tarih ne de ciddi bir davet söz konusu olmuştu. Hatta Çiğdem, bunu söyler söylemez gereksiz bulup pişman olmuş ve konuyu unutmuştu. Anlaşılan, Sinan Bey unutmamış, Ayhan Dayı’yı arayıp kendini davet ettirmeyi başarmıştı.

Leman Hanım masanın ortalarında, kalkmış, kapıya gelip gelmemekte tereddüt eder gibi sandalyesini tutmuş misafirin bahçeye girmesini beklemekle yetindi. Misafiri tanımış ama tam emin olmadan ani bir hareket yapmamak için sandalyesinden ayrılmıyordu.

Sinan’ı görmek, onu telaşlandırmış ve yanaklarını kızartmıştı. Ayhan’ın münasebetsizliği, diye düşünmekle beraber, gülümseyen gamzeleri ve ışıldayan gözleriyle heyecanlandığı belli oluyordu. Ama yine de abisi Ayhan’ın, eski okul arkadaşı Sinan’ı aile buluşmasına davet etmesini doğru bulmuyordu.

Ayhan, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne başladığı gün Sinan’la yan yana oturmuş, o tesadüf bir dostluğun başlangıcı olmuştu. O andan itibaren de birinci sınıf boyunca ayrılmaz arkadaş olmuşlardı. Aralarından su sızmazdı.

Abisi ikinci sınıfa geldiğinde Leman da aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi’ni kazanarak İstanbul’a taşınmıştı. Abisiyle Fatih’te tuttukları mütevazı evde kalıyor, birlikte yürüyerek okula gidip geliyorlardı. Sinan’la ilk günden tanışmış aralarındaki çekim o saniye başlamıştı ve bu Leman’ı ona karşı hep biraz utangaç ve çekingen yapmıştı.

Sinan, İstanbul’un köklü, hali vakti yerinde bir ailesinden geliyordu, ama o da Ayhan gibi ‘68 kuşağının ideallerini paylaşıyor, burjuvaziyi yıkmaktan söz ediyordu. Buna rağmen o zarif hâli, düzgün Türkçesi, ütülü gömlekleri ve Galatasaray Lisesi’nden tanıdığı arkadaş çevresiyle, İstanbullu olmaktan öte bir burjuva çocuğu olduğunu saklaması kolay olmuyordu.

Leman okula kayıt yaptırdıktan beş ay sonra babaları vefat etti. Ayhan, zaten ’68 eylemleri yüzünden okuldan atılmak üzereydi. Babasının vefatıyla para durumları iyiden iyiye bozulunca ikinci sınıfın ortasında okulu bırakıp bir avukatlık bürosunda memur olarak çalışmaya başladı. Leman okulunu bitirene ve edebiyat öğretmeni olarak Ankara Atatürk Lisesi’ne atanana kadar abisi çalışıp kirayı ödedi ve onu okuttu. Leman, abisine bu borcunu ömür boyu hiç unutmayacaktı.

Dul kalan anneleri ve henüz evlenmemiş ablası Ayla, babasının görevini devralıp evi geçindirmeye başladılar. İki ortanca kız neyse ki parasız yatılı okuldaydılar. Ancak evde yaşları on ile on dört arasında üç kardeş daha vardı. Zor yıllardı ve Ayhan kendini feda etmişti. Daha sonra Leman’ın fakülteden arkadaşı Gül’le evlendi.

O yıllarda Sinan, hukuk fakültesini bitirene kadar onların evine gidip geldi. Leman ve Sinan, bir iki kaçamak bakış ve tesadüfi birkaç konuşma dışında birbirlerine açılamamışlardı. Ta ki Leman’ın mezuniyet törenine kadar. Sinan bir yıl evvel mezun olmuş genç bir avukattı. Çiçek almış ve abisiyle yengesi mutfaktayken Leman’ı tutup öpmüş, “Bir gün evleneceğim seninle, sakın bir yerlere kaybolma.” demişti.

Ama olaylar farklı gelişti. Leman, 1972’de Ankara’ya atandıktan kısa süre sonra, çalıştığı lisede öğretmen arkadaşının abisi Serdar’la tanışıp, bir yıl gibi kısa bir sürede evlenivermişti. Serdar, kendisininkine benzer bir aileden geliyordu. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde iktisat okumuş, Devlet Planlama Teşkilatı’nda iyi bir işe girmişti. Leman, o sıralarda Sinan’ı fazla burjuva buluyor, o istese bile ailesinin Leman gibi bir taşralıyla evlenmesine izin vermeyeceğini düşünüyordu. Zaten bu konular yüzünden “Avukat Sinan Bey” diye başlayan bir fikir tartışmasının ardından Sinan’a öfkelenmiş, o öfkeyle Ankara’ya, kentin köklü liselerinden birine atanmayı talep etmişti.

Serdar’la mutlu sayılabilecek bir evlilikleri ve üç çocukları oldu. Kızları Çiğdem ve Deniz 7 ve 5 yaşlarındayken, 12 Eylül askeri darbesi geldi. Bu Serdar’ın politik kariyerini altüst etmekle kalmamış, siyasi faaliyetleri nedeniyle, onları ailece İsviçre’ye iltica etmek zorunda bırakmıştı. Oğulları Onur Basel’de doğdu. Çocuklar büyüyünce, otuz yıllık evlilik, boşanmayla sona ermişti. Leman İzmir’deki yazlığa taşınmış ve son yirmi yıldır kendini, bahçesine ve devasa kütüphanesindeki kitaplarına vermişti. On yıl kadar önce de bir şiir kitabı çıkarmıştı. 

Şimdi Ayhan ve Sinan ona doğru yürüyorlardı. Sinan, yapmacık ama geçmiş zamanlardan hatırladığı komik tavırlarıyla “Enchanté madame” diyerek Leman’ın elini tutup dudaklarına götürerek hafif bir öpücük kondurdu. Daha sonra Leman’ı daha fazla utandırmamak için Ayhan’ın gösterdiği şekilde masanın başına doğru onunla yürüdü.

Leman, yarım asır önce ayrılırken yaşadıkları tartışmayı ve on dört yıl önce Sinan’ın annesi Jale Hanım’ın cenazesinde, Sinan’la aralarının yeniden düzeldiğini hatırladı. Bu düşüncelerle, iki arkadaşa zaman tanımak ve onlara daha sonra katılmak için yeniden yerine oturdu.

Çiğdem, Jacques’ı E-type’ın yanında bırakıp masaya dönmüştü. Annesinin karşısındaki sandalyede yerini aldı. Sinan Bey çıkıp gelmeden on dakika kadar önce aile tarihi hakkında hazırladığı kitapçığı dağıtmıştı. Kuzeni Selin de herkes için kişiye özel motiflerle hazırladığı kitap ayraçlarını masaya dağınık şekilde yaymış, misafirler kendi ayraçlarını bulmak için hummalı ve eğlenceli bir arayışa girmişti. Şimdi ayraçlardaki desenlerden ve Çiğdem’in hazırladığı kitaptan söz ediyorlar, Hale ve Nejla teyzelerin 1970’lerdeki mini eteklerinin boylarına yorum yapıyor, teyzelerin güzelliğini övüyorlardı. Artık beyaz dalgalı saçlarıyla tatlı büyükannelere dönüşmüş bu teyzeler, o zamanlar biri kumral diğeri sarışın, Charlie’nin melekleri gibi alımlıydılar.  

Ayhan dayı, misafirini baş köşeye, ablası Ayla’yla aralarına oturttu. “Misafirimize bir servis açın çocuklar,” diye garsona seslenir gibi gençlere seslendi.  

Gençlerin üzerinde Çiğdem’in bastırdığı tişörtler vardı. Beyaz tişörtlerin önünde Dut ağacı ve ağacın üzerinde 1915 yazıyor, ağacın büyük dallarında dede ve anneannesinden başlayarak ince dallara doğru torunların isimleri yer alıyordu. En üstteki “Filyos Buluşması 2024” yazısı, ileriki yıllarda yeni buluşmalar yapma umudu taşıyordu.

Sinan, şapkasını çıkarıp masada yanına bıraktı ve kırlaşmış dalgalı saçlarını parmaklarıyla arkaya attı. Ayhan, misafirinin bardağına bir kadeh rakı doldururken, “Arabayı burada bırakırsın, akşam Yeni Konak’ta uyursun, ya da çocuklar götürür artık… Neredeydi bu kamp yeri? Amasra’da mı?”. Ardından cevabı beklemeden ekledi “Neyse bizde kalırsın, gece gece göndermem çocukları da.”. Sonra eskilerden uzun sohbetlere daldılar.

Ayhan, “Üstadım, düşünüyorum da 1968 yazında, tatile geldiğimde, babam ciddi ciddi bu ahşap evi yıktırıp yeni betonarme bir ev yaptırmak istiyordu. Elinde kâğıt kalem, sürekli planlarını çiziyordu. İyi ki de başlamamış. O yıl aralık ayında onu kaybettik. Ne yapardık o zaman? Yarım kalmış ev, hadi ortanca kızlar yatılı okula başladılar, evde üç küçük çocuk, annem, ablam. Ne zor günlerdi. Ama annem bu evde idare etti gitti. Bahçeden gelenleri, tavukların yumurtalarını sattığı bile olmuştur. Neyse, kızlar okullarını bitirdi de kendimize geldik.”

Sinan bunları dinlerken biraz utandı. Kendisi o yıllarda, Boğaz’daki yalılarında anne babasının yanından kaçmak için onlara gelir, yemeğini orada yer, Fatih’ten Bebek’e akşam vakti yatmadan yatmaya dönerdi. Tabii bir asalak değildi, gelirken yanında bir şeyler almayı ihmal etmezdi. Dışarı çıkıp kafaları çektiklerinde, hesabı öderdi ama bunlar onun için ufak giderlerdi. Ayhan “Zor günlerdi.” diye sözünü bitirdi.

1940’a kadar bölgenin en varlıklı aileleri, otuz yılda, neden pazarda yumurta satacak kadar fakirleşmişlerdi? Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı tam hızla ilerlerken ve Türkiye’de erkekler savaş korkusuyla askere alınırken, bu ailenin köylü dedikleri kesimden tek farkları, onlar gibi açlık ve yoksulluk çekmiyor olmalarıydı.

Bunu takip eden yirmi yılda aile gitgide eski gücünü kaybetmişti. Fakirleşmişler ama aydınlanmışlardı. 1960’larda kızlarını eğitmekle kazada öncülük etmişlerdi. Dedesi Rıza Bey, annesi Leman’ın tuttuğu lamba ışığında çocuklara Ulus gazetesinden Çetin Altan yazıları okuyan bir ilericiye dönüşmüştü. Annesi Leman da abisi Ayhan’la beraber İstanbul’a üniversite okumaya gönderilmiş, ortanca teyzeleri Hale ve Nejla yatılı öğretmen okuluna verilmişti. Leman ailede, hatta tüm Filyos’ta üniversiteye giden ilk kadındı.

Şimdi, U şeklinde yerleştirilmiş masaların ortasında fısıldaşan ortanca teyzeler Nejla ve Hale, uzun yıllardır İstanbul’da yaşıyorlardı. Ama o şehre ilk geldiklerinde 15-16 yaşlarındaydılar ve babaları, Leman’ı üniversiteye kaydetmeye götürürken, ısrarla peşine takılmışlardı. Daha sonra kış tatillerinde İstanbul’da bir iki hafta kaldıkları da olmuştu. O zamanlar abilerinin evinden ayrılmayan bu adamı ablalarına pek yakın bulmuş, gülüşüp şakalar yapmışlardı. Şimdi elli yıl sonra “Neden buraya gelmiş ki?” diye aralarında fısıldaşıyorlardı. Fonda Nilüfer “Aldanırım sanma iki kere…” diyordu.

Ayhan 1980 askeri darbesinde sendikacılıktan, işçileri örgütlemekten tutuklandığında, Sinan arkadaşının avukatlığını yapmıştı ama iki yıl hapis yatmasını engelleyememişti. O yıl babasını da elim bir kazada kaybetmiş ve zaten Leman’ın evliliğinin yarattığı kalp kırıklığını yıllar boyu atlatamamış olduğundan, iyice boşluğa düşmüştü. 1981’de Sorbonne’da Ticari Hukuk doktorası yapmak için Paris’e taşınmıştı. Beş yıl sonra tanıştığı Estelle’le evlenmediler, ama ikiz kızları oldu. Zaten kızlar on yaşındayken ayrılmışlar, Estelle Amerikalı bir adamla evlenip, kızları Sinan’a bırakıp Amerika’ya taşınmıştı.

“İkizler kaç yaşında oldu şimdi?” diye sordu Ayhan. “Camille ve Chloé 38 yaşındalar,” deyince Ayhan’ın gözleri doldu “Eh, yıllar geçiyor. Benim büyük oğlanın ellinci doğum günüydü geçen gün. Annesiyle ayrıldığımızdan beri benimle konuşmuyor. Şerefine bir kadeh kaldırdım.”

Ayhan, Gül’le boşandıklarını, emekli olduktan sonra memlekete taşındığını ve oğlunun küskünlüğünü anlattı. Sonra da arkadaşının sözünü kestiği için utanıp, “Ee, kızlar diyordun. Ben gördüğümde daha genç kızdılar. Ne yapıyorlar şimdi?” dedi. Sinan, “Kızlar iyiler. Evlendiler. Dört de minik torunum var. Hiç sorma, bir tatlılar, yiyesim geliyor! Biliyorsun, kız kardeşim hiç evlenmedi. Kızlarla küçüklüklerinden beri kendi çocuğu gibi ilgilendi. Hatırlıyorsun, sen ona 'Züppe Suna' derdin. Hahaha! Çok gülerdik. Suna güzel piyano çalar. Annem de çalardı. Hatırlıyor musun? Aznavour’un La Boheme’sünü çok severdi. Bunu söyleyince biraz durakladı, “En son, annemin cenazesinde görüşmüştük.” diye ekledi.

İkisi de bir an durup Jale Hanımı düşündüler. O tam bir hanımefendiydi, 79 yaşında Alzheimer’den ölene kadar zarafetinden hiçbir şey kaybetmemişti. Sinan “Tabii Suna klasik müzik eğitimi aldı.” diye devam etti. “Kızları da o eğitti sayılır, sanat resim, bale, piyano. Şimdi de torunlarıma sardı. Ama iyi ediyor. Ben oyun dedesi, o disiplinli hala.” Sonra kahkaha atarak devam etti. “Neyse şimdi artık anneleriyle de daha sık görüşüyorlar. Onlar adına seviniyorum. Ben de işte, emeklilik hayatı yaşıyorum, ufak tefek davalar alıyorum.”

Ayhan, Estelle’le hiç tanışmamıştı. Ama “Kızların anneleriyle görüşmesi iyi..” dedi düşünceli düşüneli. Suna’yı gençliğinde hiç sevmediğini hatırladı. Gül’ün bu nefret ilişkisinden bile kıskançlık duyduğunu da hatırlayıp kendi kendine güldü. Konuyu değiştirip masanın ortasında oturan Çiğdem ve Jacques’ı göstererek, “Leman’ın damadı da Fransız… Yok, yok, Fransız değil, Belçikalı ama Fransızca konuşuyor. Senin arabayı anlaşılan çok beğendi. Başından on dakika ayrılmadı. Adı Jacques. Çiğdem’in kocası. Senin Galatasaraylı çocuklardan öğrendiğim birkaç kelimeyle ona hava atıyordum. Ama şimdi sen varken hava atılmaz! Çiğdem Leman’ın büyük kızı, bu kitap meselesi için seni bile aramış, dedektif gibi ailenin tüm şeceresini çıkardı. Neyse, sonra gelir, sohbet edersiniz. Hadi, buluşmamızın şerefine,” deyip kadehini kaldırdı.

Devamı 3. bölüm. Gelecek hafta

Geçmişin Misafiri

Aile evinin bahçesinde kurulan sofra, yıllar sonra çıkan bir misafirle sarsılır. Bu Leman Hanım’ın üniversite yıllarındaki aşkı Avukat Sinan’dır. Gençlik yıllarına ve aile tarihine açılan bu beklenmedik ziyaret hem Leman’ın hem de diğer aile bireylerinin gizli anılarını gün yüzüne çıkarır. Çiğdem’in kaleme aldığı aile kitabı ve yaptığı araştırmalar, eski ilişkileri ortaya çıkarırken; masada toplanan aile, hem tarihleriyle hem de birbirleriyle yeniden tanışır. Eski dostluklar, kayıplar, sitemler ve bir tutam umutla karışan bu buluşma, geçmişin izlerini bugüne taşıyacaktır.

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder