Saat
sabaha karşı üçtü. Her yer kapkaranlıktı. Apartmanın kapısı sessizce açıldı.
Geçen
yıl apartmanın kapı kodu bozulmuş ama yaptırmak için apartman sakinlerinden henüz
aidat toplanamamış olduğundan kapı artık gündüzleri de geceleri de kilitsizdi.
Apartmanda yaşayan, çoğu kıt kanaat geçinen memurlar emeklileri, kapının kilitlenip
kilitlenmemesiyle pek de ilgilenmemişlerdi. Bunu fırsat bilen, apartmanda bile
yaşamayan çocuklar merdivenlerde koşturularak ya apartman merdivenlerinin
korkuluklarından kayarak ya da merdivenlerde oturup akıllı telefonlarına dalarak
bos vakitlerini burada geçirir olmuşlardı. Aradan geçen bir yıl içinde
apartmanın duvarlarına isimler kazımış, küfürler yazılmıştı. Geçen yaz 3
numaradaki Mehmet Bey vefat edince, kızı Mehmet beyin yıllardır kirada oturduğu
o daireyi boşaltmış, işine yarayacak birkaç eşyayı almış ve geri kalanını
“birilerine lazım olur” diye geniş giriş koridorunun bir köşesine yığmıştı. Bu
eşyaların en önünde duran, Mehmet beyin son yıllarda bir kösesinde oturduğu
için orada halen ağır bedenini izini taşıyan kirimizi kadifeden kanepede
çocuklar oyun oynar, çikolata kağıtlarını yastıkların arasına sıkıştırır,
sümüklü parmaklarını kadife kumaşına silerlerdi. En arkadaki kitaplığın tepesinden
apartmana girenlere ok attıkları da olurdu. Sonbahar gelmiş, kediler de soğuk
gecelerde burada uyumaya başlamışlardı. Apartman, Elif Şafak’ın “Bit Palas”
'ından farksız haldeydi.
Bu
apartmanın en eski sakini Levon Bey’di. 1936’da apartman yeni yapıldığında tüm
dairelere genç çiftler taşınmıştı. Levon’un anne ve babası buraya taşındığında
Levon henüz beş yaşındaydı. O günlerde mahalle de apartman da nezih ve güzeldi.
Demir bahçe kapısı hep kapalı durur, daha çok Levon’un babasının ilgilendiği
bahçede güller açar, bir elma bir de bir kiraz ağacı baharda çiçek yazın meyve
dolu olurdu. Dört katlı bu apartmanda çocuklar dünyaya gelmiş, birçoğu evlenip
evden taşınmış, anne babaları öbür dünyaya göç etmişler ya da evlerinden
çıkamayacak kadar yaşlanmışlardı. Daha sonra taşınanlar bile emeklilik yaşına
gelmişti.
Levon
Bey, ailenin tek çocuğuydu. Hiçbir zaman evlenmemiş, anne babası ölünce de bu dairede
yaşamaya devam etmişti. Yetmiş yılda mahallenin çehresi büyük bir hızla
değişmiş, bahçeli evler ve birkaç katlı apartmanlar yerini daha yüksek
apartmanlara is yerlerine bırakmıştı. Şimdi, arada sıkışıp kalmış bu eski
apartman artık eski bir yüzyıldan kalma bakımsız bir yere dönmüştü. Bahçe
kapısı kaldırılmış, eski bahçe araba park yerine çevrilmişti. Seksenlerde kapı
kilidi yaptırılmış, şimdi bozulunca apartman tam anlamıyla yol geçen hanına
dönmüştü.
Levon
Bey, birinci katta oturduğu için, olan biten her şeyden en önce o haberdar
olurdu. Kendisi, gençliğinde oldukça yakışıklı ve çapkın bir adamken kız
arkadaşlarını eve çağırır ve apartmanın bazı dini bütün sakinlerini çileden çıkarırdı.
Yetmiş üç yaşında olmasına rağmen hâlâ dinç ve yakışıklıydı. Artık fazla
çılgınlık yapmıyorsa da neşeli ve centilmen tavırlarıyla her pazar gittiği Pera
Kafe’de ileri yaştaki hanımefendilerin gözdesi olmuştu.
Levon
Bey bu gece hiç uyuyamamıştı. Pikapta Charles Aznavour, komşuları rahatsız
etmeyecek kadar kısık bir sesle “Hier Encore”u söylüyor, o ise pencerenin
kenarındaki okuma koltuğunda oturmuş, sokak lambasının aydınlattığı boş sokağı
seyrediyor, eski günleri düşünüyordu. Dedesinden kalma kendinin aslında hiç
sevmediği ama aileden kaldığı için bir türlü kurtulamadığı ayaklı saat üçü
vurduğunda, ince topuklu bir ayakkabının tıkırtısına benzer sesler duydu. Bu
saatte kim olabilir ki. Koltuğundan kalkıp cama iyice yaklaştı ve aşağıya
baktı. Dışarıda zarif, ince bir hanım, bir eliyle şalını tutarken diğer eliyle
bastonuna dayanmış etrafına bakıyordu. Saçını gelişigüzel toplamış, topuzundan
sarkan beyaz saçları sokak lambasının ışığında uçuşuyordu. Ne taksi ne başka
bir araç görmemişti. Bu kadın bu vakitte burada ne yapıyor diye düşünürken, onu
tanıdı. Bu, Jale’ydi. Evet başkası olamazdı. Çocukluk aşkı. Onu görmeyeli yarım
asır geçmişti. Ama o ince bilekleri, o zarif başı, o güzel kalkık burnu, aradan
yüz yıl geçse de unutabilir miydi? Apartmanın kapısı sessizce açıldı ve Jale kuğu
gibi içeriye süzüldü.
Levon
ve Jale yaşıttılar. Aynı yıl apartmana taşınmışlar, fakat farklı okullara
gitmişlerdi. Gençlik yıllarında utangaç bakışmaları dışında bir yakınlıkları yoktu.
Jale’nin babası doktordu, annesi ona piyano dersleri aldırır ve Levon üst
kattan gelen piyano nameleriyle hayal dünyasına dalardı. 1948’de Jale varlıklı
bir ailenin oğluyla evlendirilmiş ve Levon bunu ögrendiğinde çok üzülmüş,
geceler boyu ağlamış ama çaresizce kendini hayatın akışına bırakmıştı.
Jale
evlenince, kocasının ailesinin Bebek’teki yalısına taşınmıştı. Ailesi de yeni
yeni yükselen semtlerden birine taşınmış ve mahalleye geri dönmemişlerdi. Önce bir
oğlu, beş yıl sonra da bir kızı olmuştu. Oğlu, babası gibi iş dünyasına atılmamış,
hukuk fakültesine girmişti. Eşini ve oğlunu geceden geceye gördüğü, koca yalıda
günlerini çalışanlarla ve kızıyla geçirdi o yıllarda, kızına piyano dersleri aldırmış
ve onu konservatuara sokmuştu. 1980’de eşini elim bir kazada kaybetti. Sonra da
Etilerde bir galeri açıp yirmi yıl orada oyalandı.
Levon,
hayal görmediğini kendine kanıtlamak için çevik hareketlerde kapıya gitti, heyecanla
merdiven boşluğuna çıktı ve çabucak merdivenleri indi. Jale, Mehmet Bey’in
eşyalarının yığılı olduğu yerde duraklamış apartmanın tozlu girişine bakıyordu.
Sırtı merdivenlere dönüktü. Eşyalar, sokak lambasının içeri süzülen ışığıyla
aydınlanıyordu. Levon onun hâlâ bu kadar zarif kalabilmesine hayranlık duydu. Onu
korkutmak istemediği için alçak bir sesle, “Jale,” diye seslendi, “sen misin?”.
Jale
yine de irkildi, ama o asil başını dimdik çevirip sesin geldiği yöne baktı. Sonra
da kocaman gülümseyip sanki dün görüşmüşler gibi: “Taksi tuttum.” diye söze
başladı. “Eve gelmem gerekiyordu.”. Levon, taksi görmemişti. Ama belki de daha
uzak bir yerde inip yürümüştür. Gece gece burada ne yapıyor. Kırışıklıklarına
rağmen o güzel yüzde genç kızı görebiliyordu ama Jale’nin bu gece yarısında elli
yıldır yaşamadığı bu eve dönmesi, içini huzursuz ediyordu. “Neden geldin, artık
burada kimse yok ki!” diyebildi. Jale, gözleri ışıldayarak biraz da muzipçe
gülümsedi. “Evden kaçtım, Levon,” dedi ve bir kahkaha attı. “Kızım, oğlanı Paris’ten
buraya çağırmış, Alzheimer oldun diye, o da beni bakım evine yatırmak için apar
topar gelmiş. Ben de gece hiç haber vermeden kaçtım, Annemlere giderim dedim.”
Jale
beş yıl kadar önce arada kaybolmaya başlamış, sıklıkla bu eski mahalleye
geldiği olmuştu. Ama kimseye görünmeden dönmeyi başarmıştı. Bir keresinde
arkadaşıyla buluşmaya diye çıkmış sonra unutup alışverişe dalmıştı. Beş yıl
evvel 2000 yılı milenyum kutlamaları dolayısıyla, tüm aile birkaç günlüğüne yalıda
toplanmışken, Jale’nin kaybolmaları ve unutkanlıkları iyiden iyiye fark edilmiş,
önce galeri devredilmiş, sonra bir bakıcı tutulmuştu. Ama iki de bir de evden kaçtığı
için çocuklar telaşlanmış anneleri için bir çözüm arıyorlardı.
Jale
Levon’a baktı: “Alzheimer olabilirim ama seni hatırlıyorum, Levon!” dedi.
“Gözlerin hep çok güzeldi. Hâlâ da güzeller, ama çok yaşlanmışsın!” Bu sefer
ikisi de kahkaha attılar. Levon “Sen de hala çok güzelsin” diyebildi, sonra da
apartman sakinlerini uyandırmamak için elini ağzına götürüp sus işareti yaptı. “Yukarı
gel,” dedi. “Annenler burada değil, biliyorsun değil mi. Elli yıl olmuştur, hala
hayattalar mı? Ben hep buradayım işte, iyi ki hiçbir yere gitmemişim.” Jale
kafasında bir şeyleri çözmüş gibi başını kaldırdı. “Evet annemi kaybettik.
Babamı daha çocuklar küçükken kaybetmiştik.” Sonra tekrar Levon’a baktı “Hadi
tut kolumdan, bu topukluları da giymek nerden aklıma geldi bilmiyorum”.
İki
eski dost kol kola girip merdivenleri çıktılar, pikapta hala Aznavour ’un sesi
yankılanıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder