Kıştı, hava buz gibiydi, soğuk kemiklerimi sızlatıyor, karanlıkta ağaç silüetlerinden başka bir şey görmüyordum.
Aslında
bu durumu kendi başıma getirmiştim. Son günlerde fevri işler yapıyor, uykusuz
geceler geçiriyordum. Sevgilimden cevap alamayınca arabaya atlayıp kapısına
gidiyor, olay çıkarıyordum. Tam anlamıyla kalbimin yörüngesinde hareket ediyordum,
hislerim yönetime el koymuş, aklımı susturmuştu. Bu gece de yine aynı
kontrolsüz öfkenin sonucuydu.
Onun,
bana haber vermeden Como’ya gittiğini Facebook'tan öğrenmiştim. Sinirden
ellerim titreyerek, ufak bir çanta hazırlamayı da ihmal etmeden arabaya
atladım. Gece yarısı güneye doğru yola çıktım ve Saint Bernardino yönüne
saptım. İtalya’ya gidilecek en pratik ve yaygın kullanılan Saint Gotthard
Tüneli varken neden bu yöne sapmıştım? Belki de birlikte son seyahatimizde bu
yolu kullandığımız içindi. Ama St Bernardino geçidi kapalıydı ve işaretler beni
Splügen geçidine yönlendiriyordu. Buradan ömrümde bir kere geçmiştim. Yazın
bile korku dolu gelen bu Alp Dağları'nın en ıssız geçidinde, bu kasım gecesinde
ne işim vardı, bilmiyordum.
Gözlerimi
açtığımda, hava yastıkları arasına sıkışmış hâldeydim. Arabadan çıkmayı
denemedim bile. Denesem de çıkamayacağım kesin gibiydi. Nereden geldiğini bilmediğim
sıcak, yapışkan ıslaklıktan dolayı bir yerlerimin kanadığından emindim. Hayatta
olduğuma şaşıyordum. Ama herhalde sabaha kadar kimse beni bulamaz ve ölmüş
olurdum.
Hafızamı
yoklayarak son hatırladıklarımı toparlamaya çalıştım. Splügen Geçidi'ne doğru tırmanırken
müziği sonuna kadar açmış, deli gibi şarkılar söylemiştim. Geçide varmadan az önce,
daha önce erkek kardeşim ve ailesiyle bir kere uğradığımız kafenin kapalı
olduğunu görünce kapıyı zorlayarak kontrol etmiş, ancak bir sonuç alamayınca
arabaya dönüp yola devam etmiştim. Dağ geçidinden iniş artık İtalyan topraklarındaydı,
virajlara numara verilmiş, 50’den bire doğru azalıyordu. Her virajda farlarımın
aydınlattığı sayıyı okuyarak, sayılar düştükçe rahatlıyordum, …36, 35, 34…. En son
gördüğüm sayıyı hatırlamıyorum, ama yukarıdaki ağaçsız, çimenli manzara
değişmiş, aşağı indikçe çamlık bitki örtüsü başlamıştı. Muhtemelen aşırı
yağmurun etkisiyle yaz lastiklerim yola tutunamamıştı. Arabam kontrolden çıkmış,
yoldan ormana savrulup bir ağaca çarparak durmuştu. Çevrede arabamın farları
dışında hiçbir ışık görmüyordum. Artık burada kurtlar kuşlar beni yer. Beni
görse içi sızlar mı? Kesin beni suçlar pistlik. Eğer burada ölürsem, o zaman
belki vicdan azabı çeker. Yok o vicdan azabı çeksin diye ölmek istemiyorum.
Düşünceler kafamda uçuyordu.
Onunla
hikayemiz bir aşk hikayesinden çok bir kaçma ve kovalama öyküsüydü. Neden bu
adama saplantı derecesinde bağlandığımı bile, bilemiyordum. O benimle boş
zamanlarını değerlendirirken, ben onun peşinden sürükleniyordum. Bir buçuk yıl
olmuştu, ama hâlâ birbirimizin ev anahtarları diğerinde yoktu. Ne bir tatil planlamış
ne de ortak bir arkadaşı ya da aile bireyini yemeğe davet etmiştik. İlişkimiz
bir lastik gibiydi, o kendini geri çekiyor, ben ardından çekiliyordum. Eşit bir
ilişki olduğu kesinlikle söylenemezdi.
Şimdi
büyük ihtimalle mışıl mışıl uyuyordu. Hem Como’ya ulaşsam bile onu nasıl
bulacaktım ki? Bu yola çıkmanın ne kadar büyük bir aptallık olduğu hissi içime
bir bıçak gibi saplandı. Sıkıştığım yerden kıpırdayamıyordum. Cep telefonumu da
bulamıyordum. Üşüyordum, arka koltuktaki ceketime ulaşmaya çalıştım, ama kaburga
kemiklerimde keskin bir acı hissettim ve kolumu arkaya uzatamadan geri çektim.
Gözlerimden
süzülen yaşlar, yüzümdeki kanlarla karışarak dudağımda tuzlu bir tat
bırakıyordu. Burada sabaha çıkıp çıkamayacağımı bilmiyordum. Derken sol tarafta
hafif bir ışık belirdi. Hareket halindeki bir el feneri sağa sola çevriliyordu.
Bağırmalıydım, hayattayım buradayım demeliydim. Ama ağzımdan, kendi kulaklarıma
bile zor ulaşan zayıf bir inilti çıktı. Aynı anda ışık arabanın üzerine düştü
ve gözlerimi kamaştırdı. Işığı tutan siluet belirdi.
Yabancı,
soğuktan ellerini birbirine sürterek arabaya yaklaştı. İçimdeki tarifsiz
sevinçle yerimde duramıyordum. Sürücü kapısını açmayı denedi ama başaramadı. Kısa
bir tereddütten sonra uzaklaştı, elinde bir aletle geri döndü ve bu kez yolcu
kapısını ve arka kapıyı açtı. Yolcu koltuğunu arkaya yatırken, “Come sta?”
diye sordu. İçgüdüsel bir refleksle, “Bene!” dedim, sanki bu durumda iyi
olabilirmişim gibi. Ardından İtalyanca biliyormuşum gibi görünmekten utanarak ağzımdan
iniltiye benzer bir şeyler çıktı: “İtalyanca bilmiyorum, Almanca ya da
İngilizce...”
Bu
arada, arkaya uzanıp sürücü kapısını içeriden açmayı başarmıştı. Ben de aceleci
bir çocuk gibi bacaklarımı dışarı çıkarıvermiştim. O tam “Kıpırdama!”
diyordu ki ayağa fırlamıştım bile. Sonra da yere yığılmışım.
Gözlerimi
açtığımda beni taşıyordu. Bir doktor edasıyla “Ne yaptın sen? Belki hareket
etmen doğru değildi,” dedi. Ardından, “Neyse, çok soğuk zaten.
Belki de arabada kalmak iyi bir fikir olmazdı,” diye devam etti. Haklıydı,
omurgam kırıksa kalkmamalıydım. Ama çok geçti. Omurgam konusundaki
tedirginliğimi tanrılara havale edip, kucakta giderken kurtarıcımın boynundan
gelen parfüm kokusunu tahmin etmeye çalışıyordum, hangi parfümü kullanıyor
acaba. İlginç bir şekilde hiçbir yerim ağrımıyordu. Belki de ölmüşümdür.
Paralel evrende başka bir yaşama geçmişimdir. Yoksa bu kazadan böyle çıkmam
mümkün olmamalı.
İçeriye
girer girmez, beni kanepeye uzatıp telefona koştu. Elektronik komutlara göre
tuşlara basarken bir yandan da beni teselli ediyordu. “İyisin, iyisin. Bak
hele, konuştuğun tüm dilleri hatırladın.”. Ona “Tüm dillerin de ne
demek? Sen benim kaç dil bildiğimi biliyor musun?” diye sitem etmeyi çok
isterdim, ama nefes alırken ve konuşurken göğsüm sıkışıyordu. Gülümsemekle
yetindim. Korkum çoktan geçmiş, ahşap tavandan sarkan eski avizeyi
inceliyordum. Karşımdaki şöminede odunlar harıl harıl yanıyordu. Burası, büyük
anne ve büyük babadan kalma bir şale olmalıydı. Kafamın altındaki kırlent
işlemeliydi. Hemen hemen her şey ahşaptı. Perdeler kırmızı beyaz kareli masa
örtüsüyle takımdı. Bu kırklarındaki adama değil de onun büyük annesine ait
gibiydiler. Bu çağa ait tek şey, duvarın birindeki devasa grafikti. Roma’daki
San Pietro Bazilikasının kubbesi olduğuna emindim. Rönesansın şaheserleri çok
severim kubbeleri. Ama sulu boya ile mimari bir afise dönüştürülmüştü. Sorabilmeyi isterdim ama kaburgalarımdaki acıyla
vazgeçtim.
Arabada
hissettiğim korkudan eser kalmamıştı. Kurtarıcımın sıcak ve güven veren sesi
hâlâ telefonda konuşuyordu. Bir elinde telefonu tutarken, diğer eliyle dışarı
çıkarken üzerine geçirdiği kabanından ve kocaman botlarından kurtulmaya
çalışıyordu. Konuşmalardan, hastaneyle irtibata geçtiğini anladım. Kazayı anlatıyordu, bahçesine düştüğümü mü söylüyordu?
“Mio giardino” dediğini duydum, yoksa bahçesine verdiğim zarardan mı
bahsediyordu. Ben bu durumdayken bunu düşünüyor olabilir mi? “La donna, incidente,
ospedale” gibi bölük pörçük algıladığım kelimelerden kendi bahçesinden çok,
benim sağlığımla ilgilendiğine tekrar kanaat getirip rahatladım. Telefonu kapattı
ve bana dönerek “Ambulans on, on beş dakika sonra burada olacak” dedi ve
ekledi: “Helikopter gelecek, sakın korkma tamam mı? Buraya normal bir
ambulansın ulaşması en az bir saati bulur ve çok kötü durumda olduğunu söyledim
ki acele etsinler. Biliyorsun, İtalya burası” deyip muzipçe güldü.
Bu
gülüş olmasaydı, helikopterin geleceği düşüncesiyle paniğe sürüklenebilirdim.
Ama huzurluydum. On, on beş dakika gibi kısa bir süre sonra buradan ayrılacağıma
üzülüyordum bile. Izdırabımdan sıyrılmış kurtarıcımı inceliyordum. Çalışma
masasına yönelmiş, bir yandan da mavi keten gömleğinin kollarını dirseklerine
doğru sıvıyordu. Ahşap sandalyeyi altına çekip oturdu ve bir şeyler yazmaya
koyuldu. “Ailene haber verelim. Seni merak ederler.” dedi. “Hayır” dedim,
“daha çok huzursuz olurlar” dedim ama yine de Zürih’te en yakın
arkadaşımın numarasını verdim. Mavi gömleği, bej Chino pantolonu ve düzgün
kesilmiş dalgalı saçlarıyla havalı görünüyordu. Bu dağ köyünde çiftçilik
yapmadığı kesindi. Zaten konuşma tarzı ve hem Almanca hem de İngilizce kendini
ifade edişi, eğitimli bir adam olduğunu gösteriyordu. Yakışıklıydı da. Kısa
kızılımsı sakalının arasından inci gibi dişlerini göstererek gülümsüyordu. Kesin
evlidir, diye düşündüm. Kız arkadaşlarımla hep söylemez miyiz iyi adamlar ya
evli ya gay çıkar. Bize de kala kal... Derken yine aklıma yola çıkmama sebep
olan adam geldi, off. İstemsizce yüzümü buruşturdum. Sebebini bilmese de içimdeki
sıkıntıyı görüp, “İyi olacaksın, korkma!” dedi kurtarıcım. Düşüncelerimden
sıyrıldım ama kaburgamın acısından kısacık cümleler kurmaya özen göstererek,
yüzümdeki kanı parmağımla işaret ettim “çok korkuyorum” deyip ağlamaya
koyuldum. Bir doktor gibi karşıma geçip yeşil gözlerini gözlerime dikip
dikkatle baktı, sakinliğini bozmadan “Sadece kaşında küçük bir kesik var”
deyip girişteki tuvaletten alıp ıslattığı kâğıtla yüzümü sildi. “Başka bir yara
yok, bak, tüm kan buradan geliyor,” diye getirdiği yuvarlak banyo aynasını bana
uzattı. Sonra yine çok eğleniyormuş gibi bir tavırla “Çocukken çok düştüm,
kaşımı yardılar, bir iki dikiş atarlardı. Bak!” deyip kaşının içinden geçen
kılsız düz çizgiyi gösterdi. Sonra da el sıkışacakmışız gibi elini uzatıp: “Ben
Lorenzo” dedi. Korkularımdan utanarak kısık bir sesle “Ben de Laura”
dedim. “Teşekkür ederim.” Sonra İtalyanca “Grazia mille” diye
tekrarlayıp yine ağlamaya koyuldum. Hıçkırdıkça göğsüm acıyordu ama ağlamamı
durduramıyordum. Yattığım kanepenin yanına sandalyesini çekti, “Korkma, hadi
bak ambulans geliyor. Ben de şoktayım ama uyumuyordum. Bir proje üzerinde
çalışıyordum. Arabanın çarpması adeta odada çınladı. Yıldırım düştü sandım.
Dışarı çıktığımda arabanın farlarını gördüm. Hâlâ hayatta olduğuna, hatta bu
kadar iyi durumda çıkabildiğine inanamıyorum,” dedi. Sakinleştiğimi görünce
başımı tutan elini çekip arkaya yaslandı.
Ambulans
geldiğinde, son anda aklına gelmiş gibi koşarak yine çalışma masasına geçti ve
iki post-it kağıdına bir şeyler yazıp birini ambulans personeline verdi,
diğerini de katlayıp pantolonumun cebine sıkıştırdı. “Bu telefon numaram. Bir
şeye ihtiyaç olursa, lütfen çekinme, ara!” dedi. O an sadece üzerinde yattığım
sedyenin yukarıda dönen helikoptere iple nasıl çekileceğini düşünüyor, bunun tedirginliğini
yaşıyordum.
İki
gün boyunca İtalya’da Lenno yakınlarındaki Alessandro Manzoni Hastanesi'nde
kaldıktan sonra pazartesi günü bir ambulansla Zürih Üniversitesi Hastanesi'ne
sevk edilmiştim. Ambulansa binerken pantolonlarımı ufak bir torbada elime
verdiklerinde, Lorenzo’nun kâğıda yazdığı numarasını cep telefonuma kaydetmek
aklıma geldi. O an kendisine ufak bir teşekkür mesajı attım: “Bin değil bir
milyon teşekkürler, şimdi beni Zürih’e götürüyorlar. Trene de bindirebilirlerdi
ama sanırım çok iyi bir sağlık sisteminiz var, ambulans servisi verdiler.”
yazdım. İki dakika sonra cevap verdi: “Ne kadar sevindim bilemezsin. Senin
numaranı aradım ama telefonun kapalıydı. Ben de o geceyi çok düşündüm, orada
olmayabilirdim. Milano’da yaşıyorum, bu bizim dededen kalma dağ evi ve
çevremizdeki iki-üç ev daha var ama bu mevsimde hepsi boş olur. Benim bu kasım
ayında orada olmam da çok tesadüfi. Biraz düşünmeye ihtiyacım vardı ve son anda
hafta sonunu burada geçirmeye karar vermiştim. Bu kadar kıl payı kurtulduğunu
düşündükçe ben de sarsıldım.” Bunu duymak beni de sarstı ama şimdi emin
ellerdeydim.
Zürih’e
gelince annem ve tüm arkadaşlarım duyar duymaz hastaneye koşmuştu. Beni bu
yollara düşüren sözde sevgilimi aramak içimden gelmedi. O, benim onun peşine
takılıp Como’ya gittiğimin farkında bile değilken, yaşadıklarım ve ölümle burun
buruna gelmek zihnimi açmıştı. Bu yaşadıklarımı bilse ne işe yarayacaktı ki? “O
arayınca anlatırdım,” diye düşündüm, “ya da anlatmam.” Beni aradığında kazanın
üzerinden tam beş koca gün geçmişti. O gün hastaneden taburcu olmuş, bir
taksiyle evime dönmüştüm. Her zamanki gibi, hiçbir şey olmamış sanki bensiz
Como’ya gitmemiş gibi umarsız bir ifadeyle, “Akşam buluşalım mı?” diyordu.
“Yok, hastayım,” dedim. “Sana çorba yapayım mı?” diye sormasını beklediğim adam
bana, “O zaman kendine çok iyi bak, dinlen lütfen,” deyip telefonu kapattı.
Birkaç gün sonra yine küplere bindim, bu kadar umursamaz olmasına
sinirlendiğimi ve bitirdiğimi yazdım. Sanki çok normal bir şeymiş gibi, “Hep
böyle negatifsin, seni anlayamıyorum” gibi saçma sapan bir cevap verdi. Telefon
etmek ya da daha fazlasını yazmak içimden gelmedi. Bittiğini düşünmek kalbimi
sızlatsa da beni uğrattığı sonsuz hayal kırıklığımdan daha büyük bir acı
değildi bu.
Lorenzo’yu
da aramadım. Araya Noel ve yeni yıl girmiş ailemi ziyarete gitmiştim. Kurtarıcımı
ara ara düşündüm ama kazanın şokunu henüz atlatamamış olduğumdan ve biten
ilişkimin verdiği yorgunlukla o aylar içimden hiçbir se yapmak gelmedi.
Güneşli
bir Nisan sabahı, duştan çıkmış işe gitmek için hazırlanırken telefonum çaldı.
Lorenzo utanarak, telefonunun arka cebindeyken yanlışlıkla beni aradığını
söyledi. Sesini ilk defa yeniden duymuştum. Demek numaramı kurcalamıştı.
Milano’ya yolumun düşüp düşmediğini sordu. İş için Ascona’ya gitmem gerektiği
halde, kazadan sonra güneye yolumu bir türlü düşüremediğimi söyledim. Gelirsem
mutlaka arayacağımı da ekledim. Yemek ısmarlamak istediğimi, hayat borcumun
ödenemeyeceğimi ama bir yemek olsun ısmarlarsam kendimi daha iyi hissedeceğimi
söyledim. Bu sohbetten sonra ara ara mesajlaşmaya ve fotoğraflar paylaşmaya
başladık. Mimardı. Bana Slovenya’da yaptıkları okul projesinin resimlerini
gönderdi, ben de ona Los Angeles seyahatimden birkaç kare yolladım. Bu şekilde
iki eski dost gibi birbirimizi tanıma fırsatı bulduk.
Kazanın
üzerinden tam bir yıl geçmiş, kasım ayı gelmişti. Bu sırada Lorenzo’ya kazanın
sebebini anlatmış, o da bana kaza günü kendisinin de ilişki sorunları
yaşadığını söylemişti. İkimiz de aradan geçen bir yıl içinde yavaş yavaş
kendimizi tamir etmiş, hatta telefonda ufak ufak flörtleşmeye başlamıştık. İş
için yine Ascona’daki ofisimize gidecektim. Milano ve Ascona’nın tam ortasında
Como’da, yat kulübünün terasındaki restoranda yemek yemeye karar verdik. Hem o
Como travmasını atmam gerekiyordu. Como sevdiğim bir şehirdi ve bir pislik
yüzünden o şehirden uzaklaşmamalıydım. Como’da ışıl ışıl bir akşam, dalgaların
gölü seyrederek yemek yedik ve böylece yeni bir hayatın ilk adımları atıldı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder