Profil

Fotoğrafım
Ekim 2024'de yazmaya başladığım hikayelerimi ve yaptığım resimlerden bazılarını burada topladım. - - - I have gathered here the stories I started writing in October 2024, as well as some of my paintings. - - - J'ai rassemblé ici les histoires que j'ai commencées à écrire en octobre 2024, ainsi que quelques-unes de mes peintures.

4 Şubat 2025 Salı

08) Kazara

Kıştı, hava buz gibiydi, soğuk kemiklerimi sızlatıyor, karanlıkta ağaç silüetlerinden başka bir şey görmüyordum.

Aslında bu durumu kendi başıma getirmiştim. Son günlerde fevri işler yapıyor, uykusuz geceler geçiriyordum. Sevgilimden cevap alamayınca arabaya atlayıp kapısına gidiyor, olay çıkarıyordum. Tam anlamıyla kalbimin yörüngesinde hareket ediyordum, hislerim yönetime el koymuş, aklımı susturmuştu. Bu gece de yine aynı kontrolsüz öfkenin sonucuydu.

Onun, bana haber vermeden Como’ya gittiğini Facebook'tan öğrenmiştim. Sinirden ellerim titreyerek, ufak bir çanta hazırlamayı da ihmal etmeden arabaya atladım. Gece yarısı güneye doğru yola çıktım ve Saint Bernardino yönüne saptım. İtalya’ya gidilecek en pratik ve yaygın kullanılan Saint Gotthard Tüneli varken neden bu yöne sapmıştım? Belki de birlikte son seyahatimizde bu yolu kullandığımız içindi. Ama St Bernardino geçidi kapalıydı ve işaretler beni Splügen geçidine yönlendiriyordu. Buradan ömrümde bir kere geçmiştim. Yazın bile korku dolu gelen bu Alp Dağları'nın en ıssız geçidinde, bu kasım gecesinde ne işim vardı, bilmiyordum.

Gözlerimi açtığımda, hava yastıkları arasına sıkışmış hâldeydim. Arabadan çıkmayı denemedim bile. Denesem de çıkamayacağım kesin gibiydi. Nereden geldiğini bilmediğim sıcak, yapışkan ıslaklıktan dolayı bir yerlerimin kanadığından emindim. Hayatta olduğuma şaşıyordum. Ama herhalde sabaha kadar kimse beni bulamaz ve ölmüş olurdum.

Hafızamı yoklayarak son hatırladıklarımı toparlamaya çalıştım. Splügen Geçidi'ne doğru tırmanırken müziği sonuna kadar açmış, deli gibi şarkılar söylemiştim. Geçide varmadan az önce, daha önce erkek kardeşim ve ailesiyle bir kere uğradığımız kafenin kapalı olduğunu görünce kapıyı zorlayarak kontrol etmiş, ancak bir sonuç alamayınca arabaya dönüp yola devam etmiştim. Dağ geçidinden iniş artık İtalyan topraklarındaydı, virajlara numara verilmiş, 50’den bire doğru azalıyordu. Her virajda farlarımın aydınlattığı sayıyı okuyarak, sayılar düştükçe rahatlıyordum, …36, 35, 34…. En son gördüğüm sayıyı hatırlamıyorum, ama yukarıdaki ağaçsız, çimenli manzara değişmiş, aşağı indikçe çamlık bitki örtüsü başlamıştı. Muhtemelen aşırı yağmurun etkisiyle yaz lastiklerim yola tutunamamıştı. Arabam kontrolden çıkmış, yoldan ormana savrulup bir ağaca çarparak durmuştu. Çevrede arabamın farları dışında hiçbir ışık görmüyordum. Artık burada kurtlar kuşlar beni yer. Beni görse içi sızlar mı? Kesin beni suçlar pistlik. Eğer burada ölürsem, o zaman belki vicdan azabı çeker. Yok o vicdan azabı çeksin diye ölmek istemiyorum. Düşünceler kafamda uçuyordu.    

Onunla hikayemiz bir aşk hikayesinden çok bir kaçma ve kovalama öyküsüydü. Neden bu adama saplantı derecesinde bağlandığımı bile, bilemiyordum. O benimle boş zamanlarını değerlendirirken, ben onun peşinden sürükleniyordum. Bir buçuk yıl olmuştu, ama hâlâ birbirimizin ev anahtarları diğerinde yoktu. Ne bir tatil planlamış ne de ortak bir arkadaşı ya da aile bireyini yemeğe davet etmiştik. İlişkimiz bir lastik gibiydi, o kendini geri çekiyor, ben ardından çekiliyordum. Eşit bir ilişki olduğu kesinlikle söylenemezdi.

Şimdi büyük ihtimalle mışıl mışıl uyuyordu. Hem Como’ya ulaşsam bile onu nasıl bulacaktım ki? Bu yola çıkmanın ne kadar büyük bir aptallık olduğu hissi içime bir bıçak gibi saplandı. Sıkıştığım yerden kıpırdayamıyordum. Cep telefonumu da bulamıyordum. Üşüyordum, arka koltuktaki ceketime ulaşmaya çalıştım, ama kaburga kemiklerimde keskin bir acı hissettim ve kolumu arkaya uzatamadan geri çektim.

Gözlerimden süzülen yaşlar, yüzümdeki kanlarla karışarak dudağımda tuzlu bir tat bırakıyordu. Burada sabaha çıkıp çıkamayacağımı bilmiyordum. Derken sol tarafta hafif bir ışık belirdi. Hareket halindeki bir el feneri sağa sola çevriliyordu. Bağırmalıydım, hayattayım buradayım demeliydim. Ama ağzımdan, kendi kulaklarıma bile zor ulaşan zayıf bir inilti çıktı. Aynı anda ışık arabanın üzerine düştü ve gözlerimi kamaştırdı. Işığı tutan siluet belirdi.

Yabancı, soğuktan ellerini birbirine sürterek arabaya yaklaştı. İçimdeki tarifsiz sevinçle yerimde duramıyordum. Sürücü kapısını açmayı denedi ama başaramadı. Kısa bir tereddütten sonra uzaklaştı, elinde bir aletle geri döndü ve bu kez yolcu kapısını ve arka kapıyı açtı. Yolcu koltuğunu arkaya yatırken, “Come sta?” diye sordu. İçgüdüsel bir refleksle, “Bene!” dedim, sanki bu durumda iyi olabilirmişim gibi. Ardından İtalyanca biliyormuşum gibi görünmekten utanarak ağzımdan iniltiye benzer bir şeyler çıktı: “İtalyanca bilmiyorum, Almanca ya da İngilizce...”

Bu arada, arkaya uzanıp sürücü kapısını içeriden açmayı başarmıştı. Ben de aceleci bir çocuk gibi bacaklarımı dışarı çıkarıvermiştim. O tam Kıpırdama!” diyordu ki ayağa fırlamıştım bile. Sonra da yere yığılmışım.

Gözlerimi açtığımda beni taşıyordu. Bir doktor edasıyla “Ne yaptın sen? Belki hareket etmen doğru değildi,” dedi. Ardından, Neyse, çok soğuk zaten. Belki de arabada kalmak iyi bir fikir olmazdı,” diye devam etti. Haklıydı, omurgam kırıksa kalkmamalıydım. Ama çok geçti. Omurgam konusundaki tedirginliğimi tanrılara havale edip, kucakta giderken kurtarıcımın boynundan gelen parfüm kokusunu tahmin etmeye çalışıyordum, hangi parfümü kullanıyor acaba. İlginç bir şekilde hiçbir yerim ağrımıyordu. Belki de ölmüşümdür. Paralel evrende başka bir yaşama geçmişimdir. Yoksa bu kazadan böyle çıkmam mümkün olmamalı.  

İçeriye girer girmez, beni kanepeye uzatıp telefona koştu. Elektronik komutlara göre tuşlara basarken bir yandan da beni teselli ediyordu. “İyisin, iyisin. Bak hele, konuştuğun tüm dilleri hatırladın.”. Ona “Tüm dillerin de ne demek? Sen benim kaç dil bildiğimi biliyor musun?” diye sitem etmeyi çok isterdim, ama nefes alırken ve konuşurken göğsüm sıkışıyordu. Gülümsemekle yetindim. Korkum çoktan geçmiş, ahşap tavandan sarkan eski avizeyi inceliyordum. Karşımdaki şöminede odunlar harıl harıl yanıyordu. Burası, büyük anne ve büyük babadan kalma bir şale olmalıydı. Kafamın altındaki kırlent işlemeliydi. Hemen hemen her şey ahşaptı. Perdeler kırmızı beyaz kareli masa örtüsüyle takımdı. Bu kırklarındaki adama değil de onun büyük annesine ait gibiydiler. Bu çağa ait tek şey, duvarın birindeki devasa grafikti. Roma’daki San Pietro Bazilikasının kubbesi olduğuna emindim. Rönesansın şaheserleri çok severim kubbeleri. Ama sulu boya ile mimari bir afise dönüştürülmüştü.  Sorabilmeyi isterdim ama kaburgalarımdaki acıyla vazgeçtim.

Arabada hissettiğim korkudan eser kalmamıştı. Kurtarıcımın sıcak ve güven veren sesi hâlâ telefonda konuşuyordu. Bir elinde telefonu tutarken, diğer eliyle dışarı çıkarken üzerine geçirdiği kabanından ve kocaman botlarından kurtulmaya çalışıyordu. Konuşmalardan, hastaneyle irtibata geçtiğini anladım.  Kazayı anlatıyordu, bahçesine düştüğümü mü söylüyordu? “Mio giardino” dediğini duydum, yoksa bahçesine verdiğim zarardan mı bahsediyordu. Ben bu durumdayken bunu düşünüyor olabilir mi? “La donna, incidente, ospedale” gibi bölük pörçük algıladığım kelimelerden kendi bahçesinden çok, benim sağlığımla ilgilendiğine tekrar kanaat getirip rahatladım. Telefonu kapattı ve bana dönerek “Ambulans on, on beş dakika sonra burada olacak” dedi ve ekledi: “Helikopter gelecek, sakın korkma tamam mı? Buraya normal bir ambulansın ulaşması en az bir saati bulur ve çok kötü durumda olduğunu söyledim ki acele etsinler. Biliyorsun, İtalya burası” deyip muzipçe güldü. 

Bu gülüş olmasaydı, helikopterin geleceği düşüncesiyle paniğe sürüklenebilirdim. Ama huzurluydum. On, on beş dakika gibi kısa bir süre sonra buradan ayrılacağıma üzülüyordum bile. Izdırabımdan sıyrılmış kurtarıcımı inceliyordum. Çalışma masasına yönelmiş, bir yandan da mavi keten gömleğinin kollarını dirseklerine doğru sıvıyordu. Ahşap sandalyeyi altına çekip oturdu ve bir şeyler yazmaya koyuldu. “Ailene haber verelim. Seni merak ederler.” dedi. “Hayır” dedim, “daha çok huzursuz olurlar” dedim ama yine de Zürih’te en yakın arkadaşımın numarasını verdim. Mavi gömleği, bej Chino pantolonu ve düzgün kesilmiş dalgalı saçlarıyla havalı görünüyordu. Bu dağ köyünde çiftçilik yapmadığı kesindi. Zaten konuşma tarzı ve hem Almanca hem de İngilizce kendini ifade edişi, eğitimli bir adam olduğunu gösteriyordu. Yakışıklıydı da. Kısa kızılımsı sakalının arasından inci gibi dişlerini göstererek gülümsüyordu. Kesin evlidir, diye düşündüm. Kız arkadaşlarımla hep söylemez miyiz iyi adamlar ya evli ya gay çıkar. Bize de kala kal... Derken yine aklıma yola çıkmama sebep olan adam geldi, off. İstemsizce yüzümü buruşturdum. Sebebini bilmese de içimdeki sıkıntıyı görüp, “İyi olacaksın, korkma!” dedi kurtarıcım. Düşüncelerimden sıyrıldım ama kaburgamın acısından kısacık cümleler kurmaya özen göstererek, yüzümdeki kanı parmağımla işaret ettim “çok korkuyorum” deyip ağlamaya koyuldum. Bir doktor gibi karşıma geçip yeşil gözlerini gözlerime dikip dikkatle baktı, sakinliğini bozmadan “Sadece kaşında küçük bir kesik var” deyip girişteki tuvaletten alıp ıslattığı kâğıtla yüzümü sildi. “Başka bir yara yok, bak, tüm kan buradan geliyor,” diye getirdiği yuvarlak banyo aynasını bana uzattı. Sonra yine çok eğleniyormuş gibi bir tavırla “Çocukken çok düştüm, kaşımı yardılar, bir iki dikiş atarlardı. Bak!” deyip kaşının içinden geçen kılsız düz çizgiyi gösterdi. Sonra da el sıkışacakmışız gibi elini uzatıp: “Ben Lorenzo” dedi. Korkularımdan utanarak kısık bir sesle “Ben de Laura” dedim. “Teşekkür ederim.” Sonra İtalyanca “Grazia mille” diye tekrarlayıp yine ağlamaya koyuldum. Hıçkırdıkça göğsüm acıyordu ama ağlamamı durduramıyordum. Yattığım kanepenin yanına sandalyesini çekti, “Korkma, hadi bak ambulans geliyor. Ben de şoktayım ama uyumuyordum. Bir proje üzerinde çalışıyordum. Arabanın çarpması adeta odada çınladı. Yıldırım düştü sandım. Dışarı çıktığımda arabanın farlarını gördüm. Hâlâ hayatta olduğuna, hatta bu kadar iyi durumda çıkabildiğine inanamıyorum,” dedi. Sakinleştiğimi görünce başımı tutan elini çekip arkaya yaslandı.

Ambulans geldiğinde, son anda aklına gelmiş gibi koşarak yine çalışma masasına geçti ve iki post-it kağıdına bir şeyler yazıp birini ambulans personeline verdi, diğerini de katlayıp pantolonumun cebine sıkıştırdı. “Bu telefon numaram. Bir şeye ihtiyaç olursa, lütfen çekinme, ara!” dedi. O an sadece üzerinde yattığım sedyenin yukarıda dönen helikoptere iple nasıl çekileceğini düşünüyor, bunun tedirginliğini yaşıyordum.

İki gün boyunca İtalya’da Lenno yakınlarındaki Alessandro Manzoni Hastanesi'nde kaldıktan sonra pazartesi günü bir ambulansla Zürih Üniversitesi Hastanesi'ne sevk edilmiştim. Ambulansa binerken pantolonlarımı ufak bir torbada elime verdiklerinde, Lorenzo’nun kâğıda yazdığı numarasını cep telefonuma kaydetmek aklıma geldi. O an kendisine ufak bir teşekkür mesajı attım: “Bin değil bir milyon teşekkürler, şimdi beni Zürih’e götürüyorlar. Trene de bindirebilirlerdi ama sanırım çok iyi bir sağlık sisteminiz var, ambulans servisi verdiler.” yazdım. İki dakika sonra cevap verdi: “Ne kadar sevindim bilemezsin. Senin numaranı aradım ama telefonun kapalıydı. Ben de o geceyi çok düşündüm, orada olmayabilirdim. Milano’da yaşıyorum, bu bizim dededen kalma dağ evi ve çevremizdeki iki-üç ev daha var ama bu mevsimde hepsi boş olur. Benim bu kasım ayında orada olmam da çok tesadüfi. Biraz düşünmeye ihtiyacım vardı ve son anda hafta sonunu burada geçirmeye karar vermiştim. Bu kadar kıl payı kurtulduğunu düşündükçe ben de sarsıldım.” Bunu duymak beni de sarstı ama şimdi emin ellerdeydim.

Zürih’e gelince annem ve tüm arkadaşlarım duyar duymaz hastaneye koşmuştu. Beni bu yollara düşüren sözde sevgilimi aramak içimden gelmedi. O, benim onun peşine takılıp Como’ya gittiğimin farkında bile değilken, yaşadıklarım ve ölümle burun buruna gelmek zihnimi açmıştı. Bu yaşadıklarımı bilse ne işe yarayacaktı ki? “O arayınca anlatırdım,” diye düşündüm, “ya da anlatmam.” Beni aradığında kazanın üzerinden tam beş koca gün geçmişti. O gün hastaneden taburcu olmuş, bir taksiyle evime dönmüştüm. Her zamanki gibi, hiçbir şey olmamış sanki bensiz Como’ya gitmemiş gibi umarsız bir ifadeyle, “Akşam buluşalım mı?” diyordu. “Yok, hastayım,” dedim. “Sana çorba yapayım mı?” diye sormasını beklediğim adam bana, “O zaman kendine çok iyi bak, dinlen lütfen,” deyip telefonu kapattı. Birkaç gün sonra yine küplere bindim, bu kadar umursamaz olmasına sinirlendiğimi ve bitirdiğimi yazdım. Sanki çok normal bir şeymiş gibi, “Hep böyle negatifsin, seni anlayamıyorum” gibi saçma sapan bir cevap verdi. Telefon etmek ya da daha fazlasını yazmak içimden gelmedi. Bittiğini düşünmek kalbimi sızlatsa da beni uğrattığı sonsuz hayal kırıklığımdan daha büyük bir acı değildi bu.

Lorenzo’yu da aramadım. Araya Noel ve yeni yıl girmiş ailemi ziyarete gitmiştim. Kurtarıcımı ara ara düşündüm ama kazanın şokunu henüz atlatamamış olduğumdan ve biten ilişkimin verdiği yorgunlukla o aylar içimden hiçbir se yapmak gelmedi.

Güneşli bir Nisan sabahı, duştan çıkmış işe gitmek için hazırlanırken telefonum çaldı. Lorenzo utanarak, telefonunun arka cebindeyken yanlışlıkla beni aradığını söyledi. Sesini ilk defa yeniden duymuştum. Demek numaramı kurcalamıştı. Milano’ya yolumun düşüp düşmediğini sordu. İş için Ascona’ya gitmem gerektiği halde, kazadan sonra güneye yolumu bir türlü düşüremediğimi söyledim. Gelirsem mutlaka arayacağımı da ekledim. Yemek ısmarlamak istediğimi, hayat borcumun ödenemeyeceğimi ama bir yemek olsun ısmarlarsam kendimi daha iyi hissedeceğimi söyledim. Bu sohbetten sonra ara ara mesajlaşmaya ve fotoğraflar paylaşmaya başladık. Mimardı. Bana Slovenya’da yaptıkları okul projesinin resimlerini gönderdi, ben de ona Los Angeles seyahatimden birkaç kare yolladım. Bu şekilde iki eski dost gibi birbirimizi tanıma fırsatı bulduk.

Kazanın üzerinden tam bir yıl geçmiş, kasım ayı gelmişti. Bu sırada Lorenzo’ya kazanın sebebini anlatmış, o da bana kaza günü kendisinin de ilişki sorunları yaşadığını söylemişti. İkimiz de aradan geçen bir yıl içinde yavaş yavaş kendimizi tamir etmiş, hatta telefonda ufak ufak flörtleşmeye başlamıştık. İş için yine Ascona’daki ofisimize gidecektim. Milano ve Ascona’nın tam ortasında Como’da, yat kulübünün terasındaki restoranda yemek yemeye karar verdik. Hem o Como travmasını atmam gerekiyordu. Como sevdiğim bir şehirdi ve bir pislik yüzünden o şehirden uzaklaşmamalıydım. Como’da ışıl ışıl bir akşam, dalgaların gölü seyrederek yemek yedik ve böylece yeni bir hayatın ilk adımları atıldı.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder