
Deniz Mavi . Hikayeler
Profil
- Deniz Mavi
- Ekim 2024'de yazmaya başladığım hikayelerimi ve yaptığım resimlerden bazılarını burada topladım. - - - I have gathered here the stories I started writing in October 2024, as well as some of my paintings. - - - J'ai rassemblé ici les histoires que j'ai commencées à écrire en octobre 2024, ainsi que quelques-unes de mes peintures.
16 Haziran 2025 Pazartesi
17- Aile Toplantısı 2. Bölüm
Bahçe
yavaş yavaş boğucu sıcağını akşam serinliğinin rahatlığına bırakırken Çiğdem
demir sürgüyü itip, tanıyamadığı yabancıya avlu kapısını açtı. Ağır kapının
yabancının üzerine kapanmaması için önüne siper oldu. Bu güzel arabadan çevik
hareketlerle inen esrarengiz beyefendi sadece onda değil, herkeste bir merak
uyandırmıştı.
Çiğdem,
koşup kendine yetişen eşi Jacques’la, misafiri karşılarken, Ayhan dayı da yerinden
kalkmış kapıya yaklaştıkça adımlarını hızlandırmış, kapıya geldiğinde nefes
nefese kalmıştı. Misafir buz çantasında getirdiği Dom Perignon şampanyayı
Çiğdem’e takdim etti. Ayhan onu sıkıca ve uzunca kucakladı ve “Sinan, eski
dostum, hoş geldin,” dedi. O an Çiğdem bunun Avukat Sinan Bey olduğunu anladı. “Sinan
Bey ne kadar incesiniz.”, diyerek hediye için teşekkür etti.
Çiğdem’in
bu gelişte bir parmağı yok değildi. Sinan Bey’le sadece telefonda görüştüğü
için yüzünü ilk defa görüyordu. Doğrusu böyle habersiz çıkıp gelmesini
beklememişti. Yüz elli sayfalık aile kitabında annesinin ve dayısının İstanbul
dönemine yalnızca iki sayfa ayırmıştı. Annesinin bu eski aşk hikâyesini ilk defa
kasımda geldiğinde, onun kadar ketum bir kadın tanımıyordu. Hale teyzesi
sayesinde öğrenmişti. Yıllar boyu bu aşk hikayesi hakkında tek kelime
etmemişti. Sadece bu değil, kitabı yazarken herhangi bir konuda bilgi almak
mümkün olmamıştı. Hep “Bilmiyorum”, “Unuttum” gibi cevap verip Çiğdem’i çileden
çıkarmıştı da bir gün ona, “Annecim sen KGB ajanı olmalıymışsın” deyivermişti.
En
önemli bilgi kaynakları, seksen yaşındaki Ayla teyzesi ve ondan dokuz yaş küçük
ve fil hafızasına sahip, Hale teyzesi olmuşlardı. Ayla teyze 1950’lere ve
60’lara inen bilgi kaynağıydı. Annelerinin gençlik yıllarını, dedelerinin plak
merakını ve o dönemin günlük yaşamını en güzel o anlatmıştı. Ancak 1971’de bir
gazete ilanıyla tanıştığı, Münih’te yaşayan Denizlili enişteyle evlenip
Almanya’ya gitmişti. Orada kızları Pelin ve Selin’i dünyaya getirmiş ve 1985’te
yurda kesin dönüş yaptıklarında, Denizli’ye yerleşmişlerdi. O sebeple yetmişler
Hale teyzenin alanıydı.
İstanbul’da
Hale teyzesini ziyaret ettiğinde, o her şeyi en ince ayrıntısına kadar
anlatmıştı. Hale, ailenin tüm bilgilerinin saklı olduğu bir ansiklopedi
gibiydi. Ona, çocukluğundaki 4K projesinden, okulda yaptığı yaramazlıklardan,
avlulardan geçerken saçlarına yapışan pıtraklara kadar tüm detayları
anlatmıştı. Hatta Hale teyzesi hakkında bir kitap yazacak kadar bilgi çıkabilirdi.
Ancak Çiğdem diğer kardeşlere ayıp olmasın diye, tüm bu anlattıklarının onda
birini bile kitaba koymamıştı.
İsmini
ve soyadını ögrendikten sonra, Sinan’ı bulması zor olmamıştı. Yetmiş yaşını
aşmış olmasına rağmen, hâlâ bir avukatlık bürosu vardı. Birkaç aile şirketinin
kurumsal avukatlığı yanında, aile içi şiddete maruz kalan kadınlara ücretsiz hukuki
destek de veriyordu. Çiğdem, annesinin ve dayısının üniversite yıllarına dair
fotoğraflar ve anılar toplayabileceği umuduyla büroya gitmiş, sekreteri Sinan
Bey’in bir dava için Antalya’da olduğunu, ama hemen arayıp onu telefonda
görüştürebileceğini söylemişti.
Telefondaki
adamın duygulu sesinden, onun annesine gönül bağının ne kadar derin olduğunu
anlaması güç olmadı. Yazın kızlarıyla Amasra’ya tarihî bir gezi yapacağını öğrendiğinde,
biraz da laf olsun diye, “İyi, Filyos’taki aile buluşmamıza bekleriz,”
deyivermişti. Ancak ne bir tarih ne de ciddi bir davet söz konusu olmuştu. Hatta
Çiğdem, bunu söyler söylemez gereksiz bulup pişman olmuş ve konuyu unutmuştu. Anlaşılan,
Sinan Bey unutmamış, Ayhan Dayı’yı arayıp kendini davet ettirmeyi başarmıştı.
Leman
Hanım masanın ortalarında, kalkmış, kapıya gelip gelmemekte tereddüt eder gibi
sandalyesini tutmuş misafirin bahçeye girmesini beklemekle yetindi. Misafiri tanımış
ama tam emin olmadan ani bir hareket yapmamak için sandalyesinden ayrılmıyordu.
Sinan’ı
görmek, onu telaşlandırmış ve yanaklarını kızartmıştı. Ayhan’ın
münasebetsizliği, diye düşünmekle beraber, gülümseyen gamzeleri ve ışıldayan
gözleriyle heyecanlandığı belli oluyordu. Ama yine de abisi Ayhan’ın, eski okul
arkadaşı Sinan’ı aile buluşmasına davet etmesini doğru bulmuyordu.
Ayhan,
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne başladığı gün Sinan’la yan yana
oturmuş, o tesadüf bir dostluğun başlangıcı olmuştu. O andan itibaren de
birinci sınıf boyunca ayrılmaz arkadaş olmuşlardı. Aralarından su sızmazdı.
Abisi
ikinci sınıfa geldiğinde Leman da aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi’ni
kazanarak İstanbul’a taşınmıştı. Abisiyle Fatih’te tuttukları mütevazı evde
kalıyor, birlikte yürüyerek okula gidip geliyorlardı. Sinan’la ilk günden tanışmış
aralarındaki çekim o saniye başlamıştı ve bu Leman’ı ona karşı hep biraz utangaç
ve çekingen yapmıştı.
Sinan,
İstanbul’un köklü, hali vakti yerinde bir ailesinden geliyordu, ama o da Ayhan
gibi ‘68 kuşağının ideallerini paylaşıyor, burjuvaziyi yıkmaktan söz ediyordu. Buna
rağmen o zarif hâli, düzgün Türkçesi, ütülü gömlekleri ve Galatasaray Lisesi’nden
tanıdığı arkadaş çevresiyle, İstanbullu olmaktan öte bir burjuva çocuğu
olduğunu saklaması kolay olmuyordu.
Leman
okula kayıt yaptırdıktan beş ay sonra babaları vefat etti. Ayhan, zaten ’68
eylemleri yüzünden okuldan atılmak üzereydi. Babasının vefatıyla para durumları
iyiden iyiye bozulunca ikinci sınıfın ortasında okulu bırakıp bir avukatlık
bürosunda memur olarak çalışmaya başladı. Leman okulunu bitirene ve edebiyat
öğretmeni olarak Ankara Atatürk Lisesi’ne atanana kadar abisi çalışıp kirayı
ödedi ve onu okuttu. Leman, abisine bu borcunu ömür boyu hiç unutmayacaktı.
Dul
kalan anneleri ve henüz evlenmemiş ablası Ayla, babasının görevini devralıp evi
geçindirmeye başladılar. İki ortanca kız neyse ki parasız yatılı okuldaydılar.
Ancak evde yaşları on ile on dört arasında üç kardeş daha vardı. Zor yıllardı
ve Ayhan kendini feda etmişti. Daha sonra Leman’ın fakülteden arkadaşı Gül’le
evlendi.
O
yıllarda Sinan, hukuk fakültesini bitirene kadar onların evine gidip geldi.
Leman ve Sinan, bir iki kaçamak bakış ve tesadüfi birkaç konuşma dışında
birbirlerine açılamamışlardı. Ta ki Leman’ın mezuniyet törenine kadar. Sinan bir
yıl evvel mezun olmuş genç bir avukattı. Çiçek almış ve abisiyle yengesi
mutfaktayken Leman’ı tutup öpmüş, “Bir gün evleneceğim seninle, sakın bir
yerlere kaybolma.” demişti.
Ama
olaylar farklı gelişti. Leman, 1972’de Ankara’ya atandıktan kısa süre sonra,
çalıştığı lisede öğretmen arkadaşının abisi Serdar’la tanışıp, bir yıl gibi
kısa bir sürede evlenivermişti. Serdar, kendisininkine benzer bir aileden
geliyordu. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde iktisat okumuş, Devlet Planlama
Teşkilatı’nda iyi bir işe girmişti. Leman, o sıralarda Sinan’ı fazla burjuva
buluyor, o istese bile ailesinin Leman gibi bir taşralıyla evlenmesine izin
vermeyeceğini düşünüyordu. Zaten bu konular yüzünden “Avukat Sinan Bey” diye
başlayan bir fikir tartışmasının ardından Sinan’a öfkelenmiş, o öfkeyle Ankara’ya,
kentin köklü liselerinden birine atanmayı talep etmişti.
Serdar’la
mutlu sayılabilecek bir evlilikleri ve üç çocukları oldu. Kızları Çiğdem ve
Deniz 7 ve 5 yaşlarındayken, 12 Eylül askeri darbesi geldi. Bu Serdar’ın politik
kariyerini altüst etmekle kalmamış, siyasi faaliyetleri nedeniyle, onları
ailece İsviçre’ye iltica etmek zorunda bırakmıştı. Oğulları Onur Basel’de
doğdu. Çocuklar büyüyünce, otuz yıllık evlilik, boşanmayla sona ermişti. Leman
İzmir’deki yazlığa taşınmış ve son yirmi yıldır kendini, bahçesine ve devasa
kütüphanesindeki kitaplarına vermişti. On yıl kadar önce de bir şiir kitabı çıkarmıştı.
Şimdi
Ayhan ve Sinan ona doğru yürüyorlardı. Sinan, yapmacık ama geçmiş zamanlardan
hatırladığı komik tavırlarıyla “Enchanté madame” diyerek Leman’ın elini tutup
dudaklarına götürerek hafif bir öpücük kondurdu. Daha sonra Leman’ı daha fazla
utandırmamak için Ayhan’ın gösterdiği şekilde masanın başına doğru onunla
yürüdü.
Leman,
yarım asır önce ayrılırken yaşadıkları tartışmayı ve on dört yıl önce Sinan’ın
annesi Jale Hanım’ın cenazesinde, Sinan’la aralarının yeniden düzeldiğini
hatırladı. Bu düşüncelerle, iki arkadaşa zaman tanımak ve onlara daha sonra
katılmak için yeniden yerine oturdu.
Çiğdem,
Jacques’ı E-type’ın yanında bırakıp masaya dönmüştü. Annesinin karşısındaki
sandalyede yerini aldı. Sinan Bey çıkıp gelmeden on dakika kadar önce aile
tarihi hakkında hazırladığı kitapçığı dağıtmıştı. Kuzeni Selin de herkes için kişiye
özel motiflerle hazırladığı kitap ayraçlarını masaya dağınık şekilde yaymış, misafirler
kendi ayraçlarını bulmak için hummalı ve eğlenceli bir arayışa girmişti. Şimdi
ayraçlardaki desenlerden ve Çiğdem’in hazırladığı kitaptan söz ediyorlar, Hale
ve Nejla teyzelerin 1970’lerdeki mini eteklerinin boylarına yorum yapıyor,
teyzelerin güzelliğini övüyorlardı. Artık beyaz dalgalı saçlarıyla tatlı
büyükannelere dönüşmüş bu teyzeler, o zamanlar biri kumral diğeri sarışın, Charlie’nin
melekleri gibi alımlıydılar.
Ayhan
dayı, misafirini baş köşeye, ablası Ayla’yla aralarına oturttu. “Misafirimize
bir servis açın çocuklar,” diye garsona seslenir gibi gençlere seslendi.
Gençlerin
üzerinde Çiğdem’in bastırdığı tişörtler vardı. Beyaz tişörtlerin önünde Dut
ağacı ve ağacın üzerinde 1915 yazıyor, ağacın büyük dallarında dede ve
anneannesinden başlayarak ince dallara doğru torunların isimleri yer alıyordu.
En üstteki “Filyos Buluşması 2024” yazısı, ileriki yıllarda yeni buluşmalar
yapma umudu taşıyordu.
Sinan,
şapkasını çıkarıp masada yanına bıraktı ve kırlaşmış dalgalı saçlarını
parmaklarıyla arkaya attı. Ayhan, misafirinin bardağına bir kadeh rakı
doldururken, “Arabayı burada bırakırsın, akşam Yeni Konak’ta uyursun, ya da
çocuklar götürür artık… Neredeydi bu kamp yeri? Amasra’da mı?”. Ardından cevabı
beklemeden ekledi “Neyse bizde kalırsın, gece gece göndermem çocukları da.”. Sonra
eskilerden uzun sohbetlere daldılar.
Ayhan,
“Üstadım, düşünüyorum da 1968 yazında, tatile geldiğimde, babam ciddi ciddi bu ahşap
evi yıktırıp yeni betonarme bir ev yaptırmak istiyordu. Elinde kâğıt kalem,
sürekli planlarını çiziyordu. İyi ki de başlamamış. O yıl aralık ayında onu kaybettik.
Ne yapardık o zaman? Yarım kalmış ev, hadi ortanca kızlar yatılı okula
başladılar, evde üç küçük çocuk, annem, ablam. Ne zor günlerdi. Ama annem bu
evde idare etti gitti. Bahçeden gelenleri, tavukların yumurtalarını sattığı
bile olmuştur. Neyse, kızlar okullarını bitirdi de kendimize geldik.”
Sinan
bunları dinlerken biraz utandı. Kendisi o yıllarda, Boğaz’daki yalılarında anne
babasının yanından kaçmak için onlara gelir, yemeğini orada yer, Fatih’ten
Bebek’e akşam vakti yatmadan yatmaya dönerdi. Tabii bir asalak değildi,
gelirken yanında bir şeyler almayı ihmal etmezdi. Dışarı çıkıp kafaları
çektiklerinde, hesabı öderdi ama bunlar onun için ufak giderlerdi. Ayhan “Zor
günlerdi.” diye sözünü bitirdi.
1940’a
kadar bölgenin en varlıklı aileleri, otuz yılda, neden pazarda yumurta satacak
kadar fakirleşmişlerdi? Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı tam hızla ilerlerken ve
Türkiye’de erkekler savaş korkusuyla askere alınırken, bu ailenin köylü
dedikleri kesimden tek farkları, onlar gibi açlık ve yoksulluk çekmiyor
olmalarıydı.
Bunu
takip eden yirmi yılda aile gitgide eski gücünü kaybetmişti. Fakirleşmişler ama
aydınlanmışlardı. 1960’larda kızlarını eğitmekle kazada öncülük etmişlerdi.
Dedesi Rıza Bey, annesi Leman’ın tuttuğu lamba ışığında çocuklara Ulus
gazetesinden Çetin Altan yazıları okuyan bir ilericiye dönüşmüştü. Annesi Leman
da abisi Ayhan’la beraber İstanbul’a üniversite okumaya gönderilmiş, ortanca
teyzeleri Hale ve Nejla yatılı öğretmen okuluna verilmişti. Leman ailede, hatta
tüm Filyos’ta üniversiteye giden ilk kadındı.
Şimdi,
U şeklinde yerleştirilmiş masaların ortasında fısıldaşan ortanca teyzeler Nejla
ve Hale, uzun yıllardır İstanbul’da yaşıyorlardı. Ama o şehre ilk geldiklerinde
15-16 yaşlarındaydılar ve babaları, Leman’ı üniversiteye kaydetmeye götürürken,
ısrarla peşine takılmışlardı. Daha sonra kış tatillerinde İstanbul’da bir iki
hafta kaldıkları da olmuştu. O zamanlar abilerinin evinden ayrılmayan bu adamı
ablalarına pek yakın bulmuş, gülüşüp şakalar yapmışlardı. Şimdi elli yıl sonra
“Neden buraya gelmiş ki?” diye aralarında fısıldaşıyorlardı. Fonda Nilüfer
“Aldanırım sanma iki kere…” diyordu.
Ayhan
1980 askeri darbesinde sendikacılıktan, işçileri örgütlemekten tutuklandığında,
Sinan arkadaşının avukatlığını yapmıştı ama iki yıl hapis yatmasını
engelleyememişti. O yıl babasını da elim bir kazada kaybetmiş ve zaten Leman’ın
evliliğinin yarattığı kalp kırıklığını yıllar boyu atlatamamış olduğundan, iyice
boşluğa düşmüştü. 1981’de Sorbonne’da Ticari Hukuk doktorası yapmak için
Paris’e taşınmıştı. Beş yıl sonra tanıştığı Estelle’le evlenmediler, ama ikiz
kızları oldu. Zaten kızlar on yaşındayken ayrılmışlar, Estelle Amerikalı bir
adamla evlenip, kızları Sinan’a bırakıp Amerika’ya taşınmıştı.
“İkizler
kaç yaşında oldu şimdi?” diye sordu Ayhan. “Camille ve Chloé 38 yaşındalar,” deyince
Ayhan’ın gözleri doldu “Eh, yıllar geçiyor. Benim büyük oğlanın ellinci doğum
günüydü geçen gün. Annesiyle ayrıldığımızdan beri benimle konuşmuyor. Şerefine
bir kadeh kaldırdım.”
Ayhan,
Gül’le boşandıklarını, emekli olduktan sonra memlekete taşındığını ve oğlunun
küskünlüğünü anlattı. Sonra da arkadaşının sözünü kestiği için utanıp, “Ee,
kızlar diyordun. Ben gördüğümde daha genç kızdılar. Ne yapıyorlar şimdi?” dedi.
Sinan, “Kızlar iyiler. Evlendiler. Dört de minik torunum var. Hiç sorma, bir
tatlılar, yiyesim geliyor! Biliyorsun, kız kardeşim hiç evlenmedi. Kızlarla
küçüklüklerinden beri kendi çocuğu gibi ilgilendi. Hatırlıyorsun, sen ona 'Züppe
Suna' derdin. Hahaha! Çok gülerdik. Suna güzel piyano çalar. Annem de çalardı.
Hatırlıyor musun? Aznavour’un La Boheme’sünü çok severdi. Bunu söyleyince biraz
durakladı, “En son, annemin cenazesinde görüşmüştük.” diye ekledi.
İkisi
de bir an durup Jale Hanımı düşündüler. O tam bir hanımefendiydi, 79 yaşında
Alzheimer’den ölene kadar zarafetinden hiçbir şey kaybetmemişti. Sinan “Tabii
Suna klasik müzik eğitimi aldı.” diye devam etti. “Kızları da o eğitti sayılır,
sanat resim, bale, piyano. Şimdi de torunlarıma sardı. Ama iyi ediyor. Ben oyun
dedesi, o disiplinli hala.” Sonra kahkaha atarak devam etti. “Neyse şimdi artık
anneleriyle de daha sık görüşüyorlar. Onlar adına seviniyorum. Ben de işte,
emeklilik hayatı yaşıyorum, ufak tefek davalar alıyorum.”
Ayhan,
Estelle’le hiç tanışmamıştı. Ama “Kızların anneleriyle görüşmesi iyi..” dedi
düşünceli düşüneli. Suna’yı gençliğinde hiç sevmediğini hatırladı. Gül’ün bu
nefret ilişkisinden bile kıskançlık duyduğunu da hatırlayıp kendi kendine güldü.
Konuyu değiştirip masanın ortasında oturan Çiğdem ve Jacques’ı göstererek, “Leman’ın
damadı da Fransız… Yok, yok, Fransız değil, Belçikalı ama Fransızca konuşuyor. Senin
arabayı anlaşılan çok beğendi. Başından on dakika ayrılmadı. Adı Jacques.
Çiğdem’in kocası. Senin Galatasaraylı çocuklardan öğrendiğim birkaç kelimeyle
ona hava atıyordum. Ama şimdi sen varken hava atılmaz! Çiğdem Leman’ın büyük
kızı, bu kitap meselesi için seni bile aramış, dedektif gibi ailenin tüm şeceresini
çıkardı. Neyse, sonra gelir, sohbet edersiniz. Hadi, buluşmamızın şerefine,”
deyip kadehini kaldırdı.
Devamı 3. bölüm. Gelecek hafta
Geçmişin Misafiri
Aile evinin bahçesinde kurulan sofra, yıllar sonra çıkan bir
misafirle sarsılır. Bu Leman Hanım’ın üniversite yıllarındaki aşkı Avukat Sinan’dır.
Gençlik yıllarına ve aile tarihine açılan bu beklenmedik ziyaret hem Leman’ın
hem de diğer aile bireylerinin gizli anılarını gün yüzüne çıkarır. Çiğdem’in
kaleme aldığı aile kitabı ve yaptığı araştırmalar, eski ilişkileri ortaya
çıkarırken; masada toplanan aile, hem tarihleriyle hem de birbirleriyle yeniden
tanışır. Eski dostluklar, kayıplar, sitemler ve bir tutam umutla karışan bu
buluşma, geçmişin izlerini bugüne taşıyacaktır.
23 Mayıs 2025 Cuma
16- Aile Toplantısı 1. Bölüm
Avlu
kapısından eve kadar uzanan geniş alana, uzunca iki masa kurulmuş büyük dayı
Ayhan ve büyük teyze Ayla baş köşeye oturmuştu. Diğer aile üyeleri de masalarda
yerlerini almıştı. Turgay ve Ertan dayılar mangalın başında etleri pişiriyor,
üçüncü kuşaktan gençler tabaklara dağıtıyordu.
Erik
ve dut ağaçlarının dallarından sarkan renkli süslemelerle birlikte, gün boyu
güneş enerjisiyle dolan lambalar hafif hafif rüzgârda salınıyordu. Akşam
karanlığı çöktüğünde yakmak için masaların ortasından ipli lambalar uzatılmıştı.
Bu sıcak Temmuz akşamında, güneş batıya doğru yol alırken ortalığı hâlâ
kavuruyordu.
Avlunun
büyük demir kapısının dışında aile bireylerinin arabaları sıralanmıştı. Bir
araba farının yaklaştığını görünce, Çiğdem misafirlerden henüz gelemeyenler var
mı diye masaya baktı. Son anda kızının Ankara’daki konservatuar sınavından
sonra yetişen kuzeni Nesil dahil herkes oradaydı. Ancak annesinin Filyos’tan
Mengen’e çok geniş sülalesi göz önünde bulundurulduğunda, davetsiz misafir
gelmesi de mümkündü.
Farlarını
gördüğü araç yaklaşınca bunun 1960’lardan üstü açık bir Jaguar E-type olduğunu fark
etti. Tam da eşi Jacques’ın beğendiği gibi göz alıcı güzellikte bebek
mavisiydi. Çok nadir bulunan bu arabayı buralarda görmek Çiğdem’i gülümsetti. Merakla
avlu kapısına doğru yürürken hem koruma içgüdüsüyle hem de arabaya olan
merakından olsa gerek, Jacques da bir koşu ona eşlik etti. Masadakiler de
gözlerini oraya çevirdiler. Araba avlunun beş altı metre ilerisinde ikinci sıra
araçların yanına park etti.
Çiğdem
bu büyük aile buluşmasını bir yıldır planlamış ve işte o gün gelmişti. Annesi
Leman’ın doğduğu büyük ahşap evin bahçesindeydiler. Annesi yetmiş üç yıl önce
Karadeniz kıyılarındaki antik kent Filyos’ta bu evde dünyaya gelmişti. Bugün
hepsi bu masanın etrafında hazır bulunan sekiz kardeşin üçüncüsüydü.
Çiğdem,
Jacques’ın anne tarafının her yıl Brüksel’de düzenli olarak yaptıkları aile
buluşmalarından ilham almıştı. Kayınvalidesi Jacqueline’in annesinin adı Marie’ydi.
15 Ağustos Meryem’in göğe yükselişi yortusu, Katolik aleminde resmî tatil günü
olduğu için, hazır okullar da yaz tatilindeyken o günü aile partisine
dönüştürme fikri kırk yıl evvel büyük abladan çıkmış ve gelenek aksamadan bu
günlere gelmişti. Çiğdem de Jacques’ın eşi sıfatıyla bu buluşmalara davet
ediliyordu.
Jacqueline
yedi kardeşti ve annesi gibi ailenin üç numarasıydı. Kardeşler üçer beşer çocuk
sahibiydi. Gelin ve damatlar, torunlar ve artık onların kız ve erkek
arkadaşlarıyla yüz yirmiye yakın dev bir aile olmuşlardı. Elbette boşanmalar,
değişen ilişkiler katılımcıları her yıl biraz değiştiriyor, bazı yüzler
eksiliyor, bazı yenileri ekleniyordu ama her yıl parti yetmiş seksen kişinin
altına düşmüyordu.
Jacques’ın
büyük teyzesinin kızlarından biri, bir milletvekiliyle evliydi. Bu enişte, tam
bir politikacıydı, ilgi odağı olmayı sever, mikrofonu elinden bırakmaz, büyük
bir coşkuyla konuşur, aileyi eğlendirmek için topluca şarkılar söyletir, dans
ettirir, aileye yeni katılanları tanıtır, şakalar yapardı. Çiğdem ilk kez katıldığında,
meşhur enişte mikrofonu ona uzatıp, bir şarkı söylemesi istemişti. Ama o çok
utanmış, sadece birkaç kelimeyle aileyi selamlamakla yetinmişti. Sonraki
toplantılarda yavaş yavaş teyzeleri ve kuzenleriyle tanışmış, onları çok sevmişti.
Kendi
ailesinin de benzer bir buluşma yapması hayali her yıl biraz daha güçleniyordu.
Çiğdem büyük ailelere gıpta ediyordu, kendi kardeşleriyle ayrı ülkelerde
oturdukları için onları Noel’de bir de yaz tatilinde görüyor, Jacques’ın kardeşleriyle
yaptığı gibi beraber tatiller yapabilmeyi hayal ediyordu. Ancak yoğun iş hayatı
bu hayalleri gerçekleştirmesine imkân vermemişti.
2023’te
yaşamları birden değişti. Eşi Kanada’da iş teklifi alınca, Çiğdem’in de bir
süreliğine işi bırakıp onun peşine takılmasıyla, kendilerini bir buçuk
yıllığına Quebec’de bulmuşlardı. O yaz Çiğdem zihninde kendi ailesinin buluşma fikrini
iyiden iyiye geliştirdi ve o günlerde zamanı çok olduğu için “Pekâlâ bunu ben düzenleyebilirim”
deyip, harekete geçti.
Annesi
Leman sekiz kardeşti, ama ailede çocuk ve torun sayısı pek azdı. Çiğdem onları
listelemiş, eşleri de saydığında, elliyi bulmadıklarını görmüş ve “En az otuzumuz
bir araya gelebiliriz” diye düşünmüştü. Jacques’ın
ailesinde işler kolaydı. Ailenin büyük bölümü Brüksel’in yakınlarında, yüz
kilometre çapında bir alanda yaşıyordu. Oysa Çiğdem’in ailesi sadece
Türkiye’nin değil Avrupa’nın dört bir yanına dağılmıştı. Avrupa’da farklı
ülkelerde, Türkiye’de farklı şehirlerdeydiler.
Aile
bireyleri birbirlerini seviyor ve ziyaret ediyordu. Hatta dördü geçen yıl
birlikte bir balkan gezisi bile yapmıştı. Ama sekizini birden toplamak bir ilk
olacaktı. Belki her yıl tekrarlanan bir gelenek haline getirmek de mümkün olmazdı.
Ama Çiğdem 2024 temmuzunda en azından bir kez, büyük bir buluşma gerçekleştirmekte
kararlıydı.
Daha
buluşmaya on bir ay kala iki WhatsApp grubu kurmuş, birine tüm aileyi, diğerine
organizasyona yardım edebileceğini düşündüğü dört kişiyi davet etmişti. Gruplar
kurulur kurulmaz, aileyle haşır neşir olma şansı yakalamıştı ve fikrinin kabul
görmesine çok mutlu olmuş, hevesi iyice artmıştı. Özellikle büyük teyzesi Ayla “Çok
takdir ettim seni Çiğdem,” demişti. “Bir ilki başarıyorsun. Sana çok teşekkür
ederim.” Bu, Çiğdem’i çok duygulandırmıştı.
Organize
İşler adını verdiği küçük gruba Filyos’a yakın oturan ortanca dayı Turgay’ı,
büyük teyzenin kızları Selin ve Pelin’i ve Zonguldak’ta yaşayan büyük dayısı Ayhan’ı
davet etmişti. Turgay yeme içme konularını üstlenmiş, kuzenleri Selin ve Pelin
dekorasyon ve etkinliklere el atmıştı. Büyük dayısı Ayhan Bey evi ziyarete
uygun hale getirilmesi için ilk iş bir bahçıvan tutacaktı.
Başlarda
ailede çatlak sesler çıkmıştı. Urla’da kafesi olan bir kuzeni temmuz ayının en
hareketli dönem olduğunu, diğer kuzeni, kızının konservatuar sınavlarına denk
geldiğini söylemişti. Venedik’te yasayan kuzeni Ulaş’a ulaşılmıyordu bile.
Belki de babası Ayhan’la ilişkisi iyi olmadığı için gelmeyi istemiyordu.
O
günlerde olmadık konulardan tartışmalar hatta kavgalar çıkmıştı. Çiğdem bir ara
çok yorulmuştu. Jacques’a “Sizinkilere madalya vermek lazım. Bizimkiler daha
toplanmadan birbirine girdiler.”, dediğinde Jacques o sakin yumuşak sesiyle, “Her
ailede olur, aşkım dert etme” diye onu teselli etmişti. Sonra da küçük dayısının
içki içince sapıttığını, Miette teyzesinin de küçük kardeşini savunmaya
koyulduğunu ve kaç kere bu yüzden kavga çıktığını anlatmıştı. İçkici dayı son
yıllarda artık buluşmalara gelmiyordu. Çiğdem onu hiç görmemişti.
Ekim
ayında, buluşmaya dokuz ay kala, küçük hikayeler yazmaya soyunduğu günlerdi ve
Çiğdem’in aklına harika bir fikir daha gelmişti. Aile tarihçesini bir kitapçık olarak
yazacak ve buluşmada dağıtacaktı. Jacques’ın ailesinde, her toplantıya
getirilen, bir metre boyunda dev bir fotoğraf albümü ve ufak albüm ve anı
defterleri bulunurdu. Çiğdem, bunları büyük bir ilgiyle incelemiş, şimdi
yetmiş-seksen yaşlarında olan kardeşlerin gençlik fotoğraflarını görmekten
büyük zevk almıştı.
Kasım
ayında, eşini Kanada’da bırakıp bir buçuk aylığına Türkiye’ye gitti. İzmir’de yaşayan
annesiyle beraber bavulları toplayıp bir aile turuna çıktılar. Bursa, Denizli
ve İstanbul’da teyze ve dayıları tek tek ziyaret ettiler. Çiğdem herkesin
elindeki fotoğrafları tarayıp çoğalttı. Aileyle ilgili bilgileri, büyük anneler
ve dedelerin yaşantıları hakkında hikayeleri derledi.
Ne
yazık ki Jacques’ın ailesinin albümü gibi büyük, güzel bir albüm yapacak kadar
fotoğraf çıkmadı. En eski fotoğraf 1935’te çekilmişti. 1877 doğumlu büyük
dedesi Mehmet Bey’in 58 yaşındaki haliyle vesikalık fotoğrafıydı. 1935-1965
arasından taş çatlasa otuz fotoğraf çıktı. Bunlardan bazıları öyle yıpranmıştı
ki, insanları tanımak imkânsızdı.
Son
durak Zonguldak’a, oradan da büyük dayısı Ayhan’la birlikte Filyos’taki terk edilmiş
aile evine geldiklerinde, büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Yıllardır
görmediği ev harabeye dönmüştü. Geniş bahçe çalılar, sarmaşıklar ve yüksek
otlarla kaplıydı. Bu aile büyüklerinin “Yeni Konak” diye adlandırdığı dev ahşap
ev hiç de yeni değil, tam tersine yıkık döküktü. Bu ismin tek sebebi, dedesinin
dedesi Osman Bey’in 1880’lerde inşa ettirdiği eve, Eski Konak denmesiydi. Dedesinin
babası Mehmet Bey, 1915’te Eski Konağın 100 metre ilerisine yeni bir ev yaptırınca,
burası doğal olarak Yeni Konak adını almıştı. Eski konak 1950’lerde yıkıldıktan
sonra da bu ikinci evin adı değişmeden bugüne kadar Yeni Konak olarak kalmıştı.
Ev yapılırken yanına dikilen dut ağacı da 110 yaşındaydı. Dut hâlâ lezzetli
meyveler veriyor ama ev, içine otuz kırk kişi girse çökecekmiş gibi duruyordu.
Bu
evde Mehmet Bey’in yedi çocuğu dünyaya gelmişti. Bunlardan en küçük olan Rıza
Bey, Çiğdem’in dedesiydi ve abileri ablaları Osmanlı döneminde doğmuş olsalar
da o bir Cumhuriyet bebeğiydi. Rıza bey yıllar sonra bu evde kendi ailesini
kurmuş ve sekiz çocuğunu bu evde büyütmüştü. Ne var ki, ev eski ihtişamını
çoktan kaybetmişti.
Korkarak
eve girip gıcırdayan merdivenleri çıktı. Üst kat karanlık ve nem kokuyordu. Elektrik
kabloları yetmişlerde takılmış ve elektrik düğmesinden tavana giden kablolar,
duvara sonradan tutturulmuştu. Lambayı yaktığında, birden elli yıl geri gidip çocukluğunu
ve anneannesi hatırladı. Şimdi halılar, kitaplar ve fotoğraflar Karadeniz’in nemine
yenik düşmüştü. Hatta Çiğdem’in çocukluğundan hatırladığı bazı eşyalar büyük ihtimalle
ya dayısının evine taşınmış ya da ilgisizlikten çöpe atılmıştı. Devasa ev, yer
kaymaları yüzünden hafifçe yana yatmış, bazı döşeme tahtaları kırıldığı için
üst kattan alt kata delikler açılmıştı. Ahşap kararmış, cumbalarındaki dantelli
beyaz perdeler sararmıştı.
Çiğdem
eve üzüntüyle bakmış, evde misafir ağırlamanın mümkün olmadığını görmüş, buluşmanın
bahçede düzenlenmesi konusunda dayısıyla ayni fikre gelmişti. Bahçe bakımsızdı
ama temizlenebilirdi. Karadeniz’in yazına hiç güven olmayacağı, her an bir deli
yağmurun kopabileceği düşünülerek, brandalar tedarik edilmeliydi.
Ama
iklim değişikliği sebebiyle olsa gerek, 2024 yazı çok sıcak başladı, haziran boyunca
bir damla yağmur yağmadı. Organizasyon komitesi buluşmadan bir hafta önce Filyos’a
geldiklerinde otlar Ege’deymiş gibi sararmış, sulamak zorunda kalmışlardı.
İşte
o sıcak Temmuz akşamında, aile, Yeni Konağın bahçesinde, neşe içinde sohbete
dalmıştı. Kahkahalar yankılanıyor, fonda Spotify’dan hazırlanmış Türkçe caz ve
sanat müziği listesi hafifçe çalıyor, anılara eşlik ediyordu.
Çiğdem,
avlu kapısına yaklaştığında, açık mavi antika arabadan, bastonlu, beyaz keten
gömleğinin altında bej pantolonuyla yaşlı şık bir adam indi. Üstü açık arabanın
arka koltuğunda fötr şapkasını alıp başına koydu ve bastonuna yaslanarak onlara
doğru yürümeye başladı. Bu sırada birkaç kişi masalarında doğruldu. Devasa kararmış
ahşap evin önündeki renkli kalabalık sus pus oldu, fonda Ajda Pekkan’ın ‘Fakat
ne yazık ki sokak boştu…’ diyen sesi yapayalnız kaldı.
Çiğdem
kasım ayında buraya geldiğinde bir sürü insanla tanışmış, aile bireyleri
dışında daha eski tarihleri ögrenmek için iki bölgesel yazarla buluşmuştu. Bu
adam onlardan biri olabilir mi diye hafızasını yokladı. Yok değildi.
Yazarlardan
biri doksan yaşında, Köy Enstitüsü mezunu Ali Nuri Bey’di. Bu bey, bölgede okul
müdürlüğü yapmış ve yörenin tarihiyle ilgili kitaplar yazmıştı. Diğeri anneannesinin
soyundan gelen bir yazardı o da eski bir öğretmendi ve Rumbeyoğulları’nın 550
yıllık tarihini anlatan soy araştırmasına yoğunlaşmış bir kitap yazmıştı. O sülaledeki
atalarında iki sadrazam bulunduğu için, Çiğdem ailenin o tarafı hakkında hem
internette hem akademik alanda birçok başka bilgi de bulmuştu. İki yazardan da
kitaplarını imzalı olarak alıp yanında Montreal’e getirmişti. Döndüğünde fotoğrafları,
anıları, tarihi belgeleri ve hatta akademik tezlerden ve DNA araştırmalarından
edindiği bulguları birleştirip, dört beş aylık çalışmayla kitapçığını yazmıştı.
Kitapta,
yörenin değişiminden de bahsetmiş, Filyos çayının azgın sularında yıkılan
köprülerin yerine halatla sandalları çeken kayıkçılara, bölgedeki eski kilise
ve camilere, camileri yaptıran eski aile bireylerine, cumhuriyetle birlikte metreslerden
ilk okullara dönüşen eğitime yer vermişti.
Aile
Osmanlı döneminde saltanatçıydı. I. Abdülhamit dönemindeki sadrazamı İzzet Mehmet
Paşa’nın oğulları da sarayda çalışmaya devam etmişler, hanedanlarının kızlarıyla
evlenmişlerdi. Tanzimat gelmiş, Fransızca bilmeyen, gelişime ayak uyduramayan
takım saraydan uzaklaşmıştı. Ataları 1840larda Filyos’a dönmüştü ve bölgede
beylik yapmışlardı. Ama İstanbul’da kalan küçük kardeşleri saltanata son
saniyeye kadar sarılıp oğlunu diploman olarak yetiştirmişti: O da Sevr Anlaşması’nda
görev alıp Atatürk’ün 150 kişilik istenmeyen kişiler listesinde sürgün
edilmişti. Bu gelen adam, o adamın torunu olabilir mi diye düşünmeden edemedi.
Dedesinin
ve anneannesinin aileleri cumhuriyet döneminde cumhuriyetçilerin ön
saflarındaydılar ve 1934 Soyadı Kanunu’yla cumhuriyetin milliyetçi ruhuna uygun
soyadları almışlardı. Anneannesi Mihriye Hanım’ın 1941’de zarif gelinlikle
evlenmişti. Annesi Leman bu kıyafetlerin güzelliğini hatırlıyor, kesinlikle
mübadeleden sonra tek tük kalan Rumların işidir diyordu. Anneannesininki kadar
köklü olmasa da dedesi Rıza Bey de saygın bir aileden geliyordu. Bir paşa
torunu değildi ama derebeyi kökenliydi. Konaklarda yaşayan, mahiyetlerinde çalışanları
olan, yanlarında birkaç atlıyla gezen ve isimleri hep Bey ekiyle konuşulan,
kırsal, soylu bir ailenin en küçük oğluydu.
Ailede
ilginç evlatlıklar da vardı. Ama evlatlıkların miraslardan pay alamadığını ve
bazı durumlarda belki de evlilik dışı çocuklar olduğunu ögrenmişti. Belki de
onlardan biridir kim bilir.
Ailenin
erkekleri hakkında bilgi toplasa da kadınları hakkında pek de bir şey
ögrenememişti. Ah diyordu, Soyadı Kanunu yüz yıl daha önce, Tanzimat Dönemi’nde
getirilmiş olsaydı, ailenin kadınlar hakkında ne kadar çok bilgi toplanırdı. Bu
düşüncelerle bahçe kapısına ulaştı.
Devamı 2. bölüm. Gelecek hafta
..
Köklerde Buluşmak, Hatıralarda Yaşamak.
Çiğdem, annesinin Karadeniz kıyısındaki
doğduğu evin bahçesinde büyük bir aile buluşması düzenler. Belçikalı eşinin
ailesinden ilhamla planladığı bu toplantı için aylarca çalışır, aile üyelerini
bir araya getirir ve geçmişi belgeleyen bir kitapçık hazırlar. Harap hâlde olan
eski konağın bahçesi temizlenir, sofralar kurulur. Tam her şey yolunda
giderken, üstü açık klasik bir arabayla gelen gizemli bir adamın gelişi,
geçmişle ilgili sırların ortaya çıkacağının habercisi olur. Aile Toplantısı,
köklere dönüş, aile bağları ve hafızayla örülü sıcak bir buluşma hikâyesidir.
11 Mayıs 2025 Pazar
02) Lili Teyze
Lili
Teyze, 79 yaşındaydı. Belçika’da varlıklı bir ailede dünyaya
gelmiş, ama hayat ona zorluklarla dolu bir yol çizmişti. Aşkla evlendiği eşi
Viktor, iyi huylu nazik ve insancıl bir adamdı. İyi bir eğitimi de vardı. Ancak
iş konusunda tam bir maceraperestti ve çok sorumsuzdu. Sürekli yeni iş
fikirleriyle gelir, ama bunlar hiçbir zaman aileye katkı sağlayacak bir gelir
getirmezdi. Bu yüzden yıllarca gereksiz bir yoksulluk içinde yaşadılar.
Çiftin
iki oğlu oldu. Onlar okul yaşına geldiklerinde, bir kız çocuğu arzusuyla iki oğul
daha doğurdu. Ancak yaşamı dört oğlunu büyütmek ve Viktor'un
başarısızlıklarıyla başa çıkmakla geçiyordu. Yıllar boyunca tüm yükü omuzlarına
aldı, öğretmen maaşıyla evi geçindirmeye çalışırken, evin işleriyle ve
çocukların eğitimiyle de ilgilendi. Hep kıt kanaat geçindiler. 1970’lerde,
henüz iki çocuk sahibiyken, İtalya’ya yaptıkları bir araba yolculuğu dışında, uzun
seyahat fırsatları pek olmadı.
Yıllar
böyle akıp geçti, oğulları büyüdü, hayata atıldılar. Lili ancak emekli olduktan
sonra Viktor’la yolları ayırabildi. Yıllar boyu bir ev alamamış olduklarından dolaya
kiralık evlerde yaşamak ve küçük emekli maaşının yarısını kiraya ödemek onu
üzüyordu, ancak yine de hayatında ilk defa kenara üç beş kuruş koyup iki yılda
bir de olsa tatil yapmak en büyük zevklerinden biriydi.
Bol
bol kitap okuyordu ve kitaplardan ögrendiği yerleri gözleriyle görmek en büyük
arzusuydu. Özbekistan ve Mısır gibi kendi yaşındaki kadınların asla cesaret
edip gitmeyeceği yerlere gitme fırsatını da böyle yakalamıştı. Lüksten
hoşlanmaz, dişlerini Nil nehrinin sularında fırçaladığı bir macerayı tercih
ederdi.
İlerleyen
yaşına rağmen, hiçbir zaman kenara çekilmeyi düşünmez, torunlarına derslerinde
yardım eder, oğullarının eski ve yeni eşleriyle iyi geçinmeye çabalardı. Kendine
Lili Hanım değil Lili Teyze denmesini tercih ederdi. Bir kız çocuğu olmamıştı
ve bunu eksikliği her zaman hissetmişti, ama en büyük oğlunun ikinci eşi Eda’yla
ilk günden itibaren bağ kurmuş, onu zamanla kızı gibi sevmeye başlamıştı. Eda,
onun için bir sırdaş, bir dost olmuştu. Onunla anılarını paylaşır, oğullarını
çekiştirir, hayallerini anlatırdı. Birkaç kadeh şarap eşliğinde dili iyice
çözülür ve bolca kahkahalı sohbetler yaparlardı.
Lili
bir süre önce, ablası Ella’yla eş zamanlı okudukları Marie Bernadette Dupuy’un
kitabı ile, hayallerine yeni bir yer eklemişti. Kitap, bir kasabadan ve orada büyüyen
bir genç kızdan söz ediyordu. Bu kasaba, 1901 yılında bir kâğıt fabrikasının
etrafında kurulmuştu. Döneminde modern örnek bir yerleşim yeri olarak hızla
gelişmiş, ancak sadece yirmi beş yıl sonra fabrika kapanınca kasaba tamamen
terk edilmişti.
İlginçtir
ki bu kasaba kurgusal bir yer değildi, Kanada’nın derin ormanlarında bir
şelalenin altında bulunan hayalet kasaba, Val-Jalbert’di. Kurulduğu dönemlerde birçok
yerde henüz evlerin içinde akan su ve tuvalet yokken buradaki isçi evlerine
bunlar yapılmış ve çevre köylerden insanlar merak edip bu evleri görmeye gelmişti.
Bu kasaba rüya gibi bir yerken, fabrika kapandıktan sonra kırk yıl doğanın
kollarında kaybolmaya terk edilmiş, 1960’lı yıllarda hippilerin işgaline
uğramış, tahrip olmuştu. Son kırk yıldır ise korunup restore edilerek bir açık
hava müzesine dönüştürülmüş ve ziyarete açılmıştı.
Lili
Teyze’yi derinden etkileyen şey, kitaptaki genç kızın soyadının kendi annesinin
soyadıyla aynı olmasıydı. Bu sebeple kitabı okurken sanki bir köken araştırması
yapar gibi her detayına dikkat ederek okumuştu. Okudukça da bu kasabanın hazin
kaderi onu etkisi altına almıştı. Nasıl olmuştu da döneminden çok daha gelişmiş
olan bu yer tamamen terk edilmişti? İşte bu yüzden bu hayalet kasaba, onun zihninde
görmek için yanıp tutuştuğu bir yere dönüştü.
Büyük
oğlunun ve gelini Eda’nın bir süre için Quebec’e taşınacaklarını ögrenir
ögrenmez ilk işi haritayı karıştırıp Quebec şehriyle ve Val-Jalbert arsındaki
mesafeyi incelemek olmuştu. Mutluluktan uçuyordu. Tanrılarla pek arası olmasa
da eski dostu Marianne’a kıs kıs gülerek: “Ah şekerim, ben hayal ediyorum, Tanrılar
kollarını sıvayıp beni hayallerime taşımak için kilometre taşları diziyorlar.”
diye mutlu haberi verdi. Onlar evlerine taşındıktan bir ay sonra onu yanlarında
birkaç hafta geçirmek için davet etmişlerdi.
Lili
uçağın kapısından indiği andan itibaren Kanada'ya âşık oldu. Eh insan bir yeri
sevmeyi aklına koymayagörsün, onu ne yapar ne eder sever. Elinde son yıllarda
iyice aşina olduğu akıllı telefonuyla sürekli bilgi topluyor, Kanadalıların
kendi konuştuğundan çok farklı olan o Fransızcalarına bile bayılıyordu. Kanada’da
ilk günlerini cep telefonunda ve haritada Saint-Jean Gölü etrafındaki
kasabaları inceleyerek geçirdi; yapabilecekleri şeyleri küçük defterine kıvrımlı
el yazısıyla not ediyordu. Gelini ve oğlu da otel ve restoranları araştırdılar.
Sonunda
beklenen gün geldi. Yol boyunca Eda’nın Kanadalı oduncular hakkında uydurduğu komik
hikâyelere güldüler ve arabanın açık tavanından gelen oksijeni içlerine
çektiler. Saint-Jean gölüne yaklaştıklarında, Lili yerinde duramayan bir genç
kıza dönüştü. Rehberlik ediyor, sağa
sola işaret ederek, tanıdığı yerleri anlatır gibi bu ilk defa gördüğü yerleri kucaklıyordu.
İki
gece konaklayacakları, manastırdan dönüştürülmüş otele geldiklerinde, onlara
ayrılan odaların numarası duvardaki tabloya yazılmıştı, kapılar kilitsizdi. Aşağıdaki devasa mutfak misafirlerin kendileri
pişirip yemeleri için kullanıma açıktı. Büyük salonda şömine yanıyor, otel
misafirleri yemek salonunda oturmuş, birkaç küçük çocuk oradan oraya
koşuşturuyordu. Bu atmosfer, sadece Lili’nin değil üçünün de içini sıcacık etti.
Ertesi
sabah Lili erkenden uyandı, heyecanla giyindi ve diğerlerini kahvaltı odasında
bekledi. Üçü birlikte Val-Jalbert’e girdiklerinde, "İşte
buradayız," dedi Eda, kayınvalidesinin koluna girerek. Bir an zamanı
durdurup, ortak mutluluğu içlerine çektiler.
Günü
orada geçirdiler. Eski okul binasında rahibelerin kaldığı odaları ziyaret
ettiler, öğrencilerin sıralarına oturdular. Kasaba
aynen anlatıldığı gibiydi, o yıllarda oralarda daha evlerinde elektrik ve akan
su olan tek yerdi, çevre köylülerin hayranlıkla gelip iç çektiği bir yer
olmuştu. Teleferikle yukarıdaki şelaleye çıkıp manzarayı izlediler; aşağıda
gölü, barajı ve fabrikanın kalıntılarını seyrettiler. Fabrikayı, değirmeni
gezip, kasabanın geçmişini adım adım yaşadılar.
Val-Jalbert,
restore edilmiş evleri, eski fabrika binaları ve sessiz sokaklarıyla zamanda
donmuş gibiydi. Lili, her adımda kitaptaki sahneleri hatırlıyordu. "Burası...
Marie-Claire'in yaşadığı ev olabilir," diye mırıldandı, küçük bir
tahta evin önünde durarak.
Otele
dönerken "Bir kitap yazmak istiyorum." dedi, Charles çok şaşırmıştı. "Ne
hakkında, anne?" diye sormadan edemedi. Lili uzun süre gözlerini
parmaklarında gezdirdikten sonra cevap verdi. "Val-Jalbert hakkında. Ama
sadece tarihini anlatan bir kitap değil... Bu kasabayı gezen bir kadının
hikâyesi. Belki gezdiğim başka yerleri de yazarım. Yani belki de... benim
hikâyem. Kim bilir içinde belki size de yer veririm" derken kahkahalarını
tutamadı Üçü birden gülüştüler. Romanda kendilerini verilmesini istedikleri
rolleri abartılı şekilde anlattılar. Aksam manastırdan bozma otellerinde
şaraplarını yudumlarken hikayeler derinleşti. Eda da bir şeyler yazmaya yeltendiğini
ilk defa orada anlattı. Ama hep dört beş sayfayı geçemeyen hikayecikler
oluyordu.
Kitabı, bir
yıl sonra “Lili Teyze Yollarda” adıyla yayınlandığında, Belçika'da küçük bir
edebiyat olayı yarattı. 80 yaşındaki bir kadının kaleme aldığı bu seyahatname
sadece onun Mısır’da, Romanya’da Özbekistan’da ve Kanada’da yaşadıklarını değil,
umutlarıyla hayalleriyle ve hayal kırıklıklarıyla bir ömrü anlatıyordu.
Kitabın
tanıtımı için Quebec'e döndüğünde, Val-Jalbert'e bir kez daha gitti. Bu sefer,
kasabanın girişindeki plakada onun adı da vardı:
"Lili
Teyze, Val-Jalbert'in Ruhunu Yaşayan Kadın, buradaydı."
5 Mayıs 2025 Pazartesi
15) Altın Sahil Fantomu
1993
yılının Mart ayıydı. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından, Avrupa’nın
büyük şehirleri eski Sovyet müzisyenlerini baş tacı ediyor, Rus besteciler
çeşitli festivallerde sahne alıyordu.
Küsnacht’taki
dairelerinde Mathilde ve eşi Bruno, o yıl ilk kez Zürih Operası’nda sahne
alacak Bolşoy Balesi’nin gösterisine gitmek için hazırlanıyorlardı. Sovyet
döneminin katı estetiğinden sonra modern bir yorum getirdikleri "Kuğu
Gölü", sanat çevrelerinde büyük yankı uyandırmıştı. "Bak Bruno,"
dedi Mathilde heyecanla gazeteyi göstererek, "Natalya Dudinskaya'nın
öğrencisi yeni prima balerinini eleştirmenler çok övüyor. 'Sovyet disiplini ile
Avrupa romantizminin mükemmel sentezi' diyorlar." Bruno, kol düğmelerini takarken Mathilde’nin mutluluğuna
ortak oldu: "Biliyorum aşkım, çocukluk hayalin gerçek oluyor. Bir Rus
kuğusunu canlı izleyeceğiz… Mutlu olunca ne kadar da güzel olursun sen "
deyip karısını kendine çekip öptü.
Bu
bahçe katı dairesini, 1971’de henüz yeni evli bir çiftken, daha temel betonları
dökülürken satın almışlar, duvar kâğıtlarını özenle kendileri seçmişlerdi. Site,
dönemin modern çizgilerini yansıtan ünlü bir mimar tarafından tasarlanmıştı.
Yedi bloktan oluşuyordu ve her blokta sadece ikişer daire vardı. Blokların arasında,
ilerleyen yıllarda bahçıvanın her sabah makas şakırtısıyla biçimlendireceği
çalılar ve çiçeklerle bezeyeceği geniş bir bahçe uzanıyordu.
Mathilde
bu geniş yeşil alana, Bruno’ysa evin içine dolan gün ışığına âşık olmuştu. Dairenin
dört yöne açılan pencerelerinden, güneş evin içinde sabahtan akşama kadar sessizce
yolculuk ediyordu. Bir çift için geniş sayılabilecek bu dairede, bir gün çocuk
sahibi olmayı, çocuklarının birer odası olmazını ve bu bahçelerde koşup
büyüyeceklerini hayal etmişlerdi.
Çocuk
sahibi olmak için çok uğraşmışlar, ancak 1980’lerin ortalarında artık
çocuksuzluğu kabullenmişlerdi. Bu boşluğu meslekleriyle, bahçedeki gülleriyle,
kışları gittikleri minik dağ evleriyle ve Mathilde’nin en sevdiği şey olan, iki
dirhem bir çekirdek giyinip operaya gitmekle doldurdular.
Mathilde’nin
çocukluğu ve gençliği, Belçika’nın Kortrijk şehri yakınlarındaki büyük bir
malikanede geçmişti. Evde hizmetkârlar çalışır, arabalar dolusu şarap ve et doğrudan
üreticilerden eve teslim edilir, ambarlar ve mahzenler daima dolu olurdu.
1966’da
her burjuva ailesinde adet olduğu gibi, ailesi onu İngilizce öğrenmesi için
Londra’ya göndermişti. Orada uluslararası bir arkadaş çevresi edinmiş ve kısa sürede
bu grubun içinde Bruno adında İsviçreli mühendisle tanışmıştı. Bruno, Zürih’te
inşaat mühendisliğini bitirmiş, Londra’da yüksek lisans yapıyordu. İnce, uzun
boylu, masmavi gözlü Mathilde’den gözlerini alamıyordu. Âşık oldular. Ancak Mathilde’nin
büyük toprak sahibi ve hâlâ feodal bir yapıya bağlı ailesi -özellikle de annesi-
kızlarının bu mütevazı kökenli sıradan adamla evlenmesine şiddetle karşı çıkmıştı.
Mathilde onların itirazlarını
dinlememiş, tüm mirasından feragat ederek Bruno’yla evlenmiş ve İsviçre’ye
yerleşmişti.
O
gece Mathilde özenle hazırlanmış, kahverengi saçlarını topuz yapmış, mavi
gözlerinin çevresini incecik kalemle belirginleştirmişti. Aile yadigârı elmas
küpelerini eline almış, aynanın karşısında takıp takmamakta tereddüt ediyordu. Annesi
evliliğine karşı çıktığı için onunla yirmi yıl konuşmamış olsa da, ölümünde bu
çok değerli küpeleri tek kızına vasiyet etmişti. Bruno onun kararsızlığını anladı.
“Hadi tak, sana çok yakışıyorlar,” diyerek onu yüreklendirdi.
Maddi
durumları evliliklerinin ilk yıllarına göre çok iyi olsa da Mathilde kocasının mütevazı
geçmişini göz önünde bulundurarak hala aşırı şatafattan kaçınırdı. Bruno’nun sözleriyle
ve gülümseyen gözlerinin onayıyla, iri elmas küpelerini taktı. Yakası kürklü,
açık mavi mantosunun altına alçak topuklu ayakkabılarını giydi ve zarif bir hareketle
kocasının koluna girdi.
Mart
ayının soğuğuna rağmen şehir canlıydı, tramvaylar hafif bir uğultuyla geçiyor, caddelerde
insanlar ağır ağır sohbet ederek yürüyorlar, Seefeld’de dükkanlara ya da restoranlara
girip çıkıyorlardı. Vitrinlerinin ışıkları
henüz batmamış günesin sarısıyla etrafa romantik bir hava veriyordu. Gece çok
güzeldi.
Opera
binası o gece dolup taşıyordu. Fuayede kristal avizelerin altında şampanya
kadehleri şıkırdarken, Mathilde, fuayedeki davetlileri gözden geçirirken
tanıdık simalar aradı.
Perde
açıldığında, Bolşoy'un efsanevi orkestrası Çaykovski'nin notalarını
yorumlarken, Mathilde Bruno'nun koluna gizlice yapıştı. İkinci perdedeki
"Dört Küçük Kuğu" da dansçıların mükemmel senkronizasyonu salondaki
herkesi büyüledi. Öyle ki, kolay heyecan göstermeyen İsviçreli seyirciler bile
ayakta alkışladılar.
Gece
yarısına doğru operadan çıktıklarında, Mart rüzgârı Mathilde'nin mantosunun kürk
yakasını savuruyordu. Eve döndüklerinde bile heyecanları dinmemişti. Bruno, akşam
açtıkları buzdolabındaki beyaz şarabın sonunu iki kadehe bölüştürdü. Salondaki
bordo kadife kanepede oturan Mathilde’ye birinin verdi, içtiler, tekrar tekrar gösteriyi
konuştular.
Mathilde
makyajını temizlemek için yatak odasına geçti. İşte o anda, aynanın önünde
mücevher kutusunu açtığında, Bolşoy'un büyüsü yerini bir korkuya bıraktı. Ufak
bir çığlık attı. Kutu boştu. İçinde
yalnızca küçük bir kâğıt vardı. Üzerinde şunlar yazıyordu: “Korkmayın, Fantom
ziyaretinize geldi.” Altında kırmızı mumla basılmış bir mühür ve zarif bir imza
vardı.
Mathilde’nin
elleri titriyordu. Bruno, hemen telefona sarılıp polisi aramaya koyuldu.
Mathilde, Bruno’dan bir metre bile uzaklaşmaya korkarak, yanında duruyordu. Birlikte
odaları gezip evin tüm ışıklarını açtılar. Evde kimse yoktu.
Eve
girdiklerinde de hiçbir gariplik fark etmemişlerdi. Boş mücevher kutusu dışında
hırsızlığa dair hiçbir iz yoktu. Kapıyı kendi anahtarlarıyla açmışlardı. Kilitte
bir zorlama ya da kırılma emaresi yoktu. Ev, akşam bıraktıkları gibi
düzenliydi.
Mathilde,
başka hangi değerli eşyalarının olduğunu düşündü. Yirminci evlilik
yıldönümlerinde Bruno’ya aldığı Omega saat o gece onun bileğindeydi. Salonda,
yemek masasının yanındaki dolapta, annesinin onun için aldığı ama ancak
annesinin ölümünden sonra eline geçen gümüş çatal bıçak takımını aradı. Onların
kutuları da boştu ve orada da aynı not vardı: “Korkmayın, Fantom ziyaretinize
geldi.”
Bruno
koridorda, halının üzerinde bir ışıltı fark etti. Eski bir gümüş Belçika
frangıydı. Mathilde’nin eski para koleksiyonu vardı, o kutu da yatak
odasındaydı. Kutuyu açınca üçüncü not ortaya çıktı.
Bunlar
dışında evde hiçbir şeye dokunulmamıştı. Perdeler düzgün çekilmiş, lambaların
altındaki kitaplar tam olması gerektiği gibi diziliydi. Değerli birkaç tablo,
en az yirmi kilo gelen yeni televizyonları, pikap ve plaklar yerli yerindeydi. Büyük
hiçbir şey alınmamıştı. Çalınan her şey bir sırt çantasına sığabilirdi. Soyguncu
evde pahada ağır yükte hafif ne varsa eliyle koymuş gibi bulmuştu. Her şey
yerli yerinde olsa da görünmeyen bir el evlerine dokunmuş, mekâna onları huzursuz
eden bir hava yayılmıştı.
Yaklaşık
on beş dakika sonra, iki polis memuru kapılarını çaldı. Hikâyeyi duyar duymaz bunun,
iki buçuk yıldır bu bölgede görülen ama hâlâ yakalayamadıkları “Altın Sahili
Fantomu” ‘nun işi olduğunu hemen anladılar.
Polislerden
biri verandaya açılan kapıya gitti. Kapalıydı, ancak alt köşesinde, diş
macunuyla doldurulmuş, minik delik mevcuttu. Hemen diğerini çağırıp gösterdi. “Hah
Yine yapmış yapacağını” diye henüz kurumamış macunu işaret etti, aralarında gülüştüler.
Ev sahiplerinin korku dolu gözlerini görünce ciddiyetlerini takınıp, tüm detayları
almak için Bruno’nun anlattıklarını dinleyerek tutanak tuttular. Mathilde hala olayın
şokundan çıkamadığı için bir şey söyleyemiyordu.
Polisler
bugüne kadar meydana gelen vakalarda, hep aynı yöntemle evlere girildiğini 15’i
aşkın vaka olmasına karşın hala failin bulunamadığını anlattılar. Fail ya da
failler villaların ya da alt kat dairelerin pencere veya kapı çerçevelerine üç
milimetrelik bir delik açıyor, özel bir aleti bu delikten içeri sokarak kapı
kolunu içeriden indiriyor ve mekâna hiçbir iz bırakmadan giriyordu. Hiçbir
hırsızlık olayında fail görülemediği için, birkaç vakanın ardından halk
arasında bu kişiye “Altın Sahil Fantomu” lakabını takmıştı.
Fantomun
üslubundaki ufak değişiklikler olmuştu. İlk yıllar sadece altınları ve paraları
alır gümüşlere tenezzül etmezdi. Notunda
da “Korkmayın, sadece bir ziyaretçi” yazardı. Basında adının Altın Sahil Fantomuna
çıkmamasından sonra notu “Korkmayın, Fantom ziyaretinize geldi.” şeklinde değiştirmişti.
Soyguncu
çok titiz çalışıyordu. Muhtemelen kuyumcuların kumaş eldivenlerinden giyiyordu,
çünkü hiçbir parmak izi bırakmıyordu. Burada da olduğu gibi girdiği evlerde hiçbir
çekmece açık bırakılmamış, hiçbir sandalye devrilmemişti. Bahçe kapısı nasıl
açıldıysa o yöntemle kapatılıyor, açılan deliğin içi beyaz bir diş macunuyla
dikkatlice dolduruluyordu. Fantom kesinlikle aceleci değildi, deliği açması,
eve girmesi ve farklı yerlerde en değerli eşyaları arayıp bulması zaman almış olmalıydı.
Polisler,
bu soyguncunun evleri gözetlediği ve içeride kimse olmadığından emin olduktan
sonra içeri girdiğini düşünüyordu. Mathilde, her iki haftada bir cumartesi akşamı,
abonelikleri olan Zürih Operası’na gittiklerini, opera kafesinde bir şeyler
atıştırdıklarını ve dört beş saat evde olmadıkları anlattı. Ama operaya gitmedikleri
hafta sonları, dağ evlerine gidip tüm hafta sonunu orada geçirdikleri de oluyordu.
Perşembe akşamları da dans kursuna gidiyorlardı. Hatta son günlerde Bruno’nun
annesine de sıklıkla gidiyorlardı, zira kadıncağız, bakım evine taşınmış, ama orayı
bir türlü sevemediği için oğlunu ve gelinini sürekli yanına çağırıyor, akşam yemeğinde
ona eşlik etmelerini istiyordu.
Mathilde
evde seyrek olsalar da tüm komşularını yıllardır tanıdıklarını anlattı. Bu
siteyi gözetleyen biri olmuşsa, mutlaka birinin dikkatini çekmiş olmalıydı.
Polis
memurları, komşulara birkaç soru sormak için ertesi gün tekrar uğrayacaklarını,
söyleyip iyi geceler dileyip ayrıldılar. Giderken, eğleniyormuş gibi bir tavırla,
“Korkmayın, Fantom bir yere iki kez girmiyor. Buraya artık gelmez. Rahat
uyuyun,” demeyi de ihmal etmediler.
Yine
de Mathilde ve Bruno o gece neredeyse hiç uyuyamadı.
Ertesi
gün, Mathilde polise komşuları sorgularken eşlik etti. Kimse bir şey
görmemişti. Verandayı gören taraftaki iki komşudan biri o akşam evde değildi, diğeri
de televizyonda bir filme daldığını anlattı. Diğerlerinin verandayı görecek açıları yoktu.
Ancak yatak odası tarafını gören bir komşu pencerede ışık gördüğünü söylemişti.
Hırsızın korkusuzca ışıkları açtığı anlaşılıyordu.
Polis,
şimdilik ellerinde net bir kanıt olmadığını, ancak soruşturmayı
sürdüreceklerini söyleyerek evden ayrıldı.
Aylar
geçti. Fantom o yıl Zürih Gölü’nün Altın Sahili’nde birkaç eve daha misafir
oldu. O yıl sonbaharda olaylar aniden durdu. Polis soruşturmalarına bir süre
daha devam etti, ancak komşuların tanıklıkları, parmak izi araştırmaları, deliğin
açılmasında kullanılan aletinin analizi, hatta sivil memurların
görevlendirilmesi hiçbir sonuç vermedi.
1990
ile 1993 yılları arasında üç yıl süren ve “Altın Sahil Fantomu” olarak anılan
bu hırsızlık dalgası durdu, soruşturma dosyaları tozlu raflara kaldırıldı.
Polisin tahminlerine göre, bu süre zarfında çalınan değerli eşyaların miktarı altı
milyon İsviçre frangına yakındı.
Yıllar
sonra, Zürih Ana Tren Garında bir tutuklama yapıldı. R.A. adlı bir adam, başka
bir suçtan arandığı sırada yakalandı. Mesleki hırsızlıktan tutun, evlere
izinsiz girmekten, yataklık suçuna kadar 23 sabıka kaydı vardı. Polis, onun “Altın
Sahil Fantomu” olduğu yönünde kuvvetli şüpheler taşıyordu. Ancak onun Zürih
Gölü kıyısındaki meşhur soygunlarla bağlantısı hukuken hiçbir zaman
kesinleşmedi. Elli beş yaşındaki bu Alman vatandaşı, Blick gazetesinde isminin
“Altın Sahil Fantomu” olarak geçmesinden dolayı “hakkında yeterli delil olmadan
kamuoyunda mahkûm edilmesinin onurunu zedelediğini” söyleyerek gazeteye dava
bile açtı.
Zürih’in
bu en sakin ve en güzel semtlerinden birinde işlenen bu hırsızlıklar bugün hâlâ
gizemini koruyor. Fantom bir daha hiç ortaya çıkmadı. Ama Mathilde, Fantomun mücevher
kutusunda ve diğer iki yere bıraktığı o notları hep sakladı.
Yıllar
geçti. Komşu çocukları bahçelerde koştu, büyüdü, hatta evlendiler. Eski komşular
gitti, yeni komşular geldi. Bruno,
Alzheimer’dan hayata veda etti. Mathilde
bahçe katı dairesinde yalnız yaşıyordu. Artık seksenine merdiven dayamış, yürüyüşleri
yavaşlamış, ama zihni hâlâ yerindeydi. Özellikle bazı anılar… bazı geceler… zihninden
hiç silinmiyordu.
….
Sekiz
yıl evvel bir eylül günü Mathilde’nin üst katındaki daireye taşındım. Beni kollarını
açarak karşılamadı elbette, ama annemden beş yaş büyük olan bu hanıma nezaket
ve ilgi göstermeye özen gösterdim. Seçici ve yorucu biriydi. Ama ona
seyahatlerimden ufak hediyeler getirerek yavaş yavaş yakınlık kurdum. Ama
mesafeli ve bir nebze şüpheci duruşunu hiçbir zaman değiştirmedi.
İki
yıl sonra Belçikalı bir adamla tanıştım ve bu, onun bana ısınmasındaki ana
sebeplerden biri oldu. Ana vatanına çok seyrek gitse de erkek arkadaşıma hayran
olmuştu. Sevgilimi merdivenlerde görür görmez bayıldı. Gözleri ışıldayarak,
"Çok yakışıklı bir adam!" dedi. Eskiden çıktığım ve beni çok üzen bir
ilişkiden sonra, bu ilişkinin bana iyi geleceğini söyledi.
Böylelikle arkadaşlığımız güçlendi. Belçika’ya gittiğimde
onun sevdiği minik karideslerden getiriyordum. Sağlığının çok iyi olmadığı ve
kendisi yürüyüş yapmaya cesaret edemediği zamanlarda ona yürüyüşlerinde eşlik ediyordum.
O da yürüyüşlerimizi sırasında bana eskilerden anlatıyordu. Çok bilgiliydi. İsviçre’nin
ilk kadın mimarın semtimizde bulunan ve koruma altında olan eserinden, daha
önce eşinin yaptığı yol projelerinden, güllerin bakımına, sevdiği sopranolardan,
politikaya birçok konuda konuşuyorduk. Ben de bu soğuk kadını ansiklopedi gibi
bilgi saçtığı için sevmeye başladım.
Bir
gün bahçesinde yeni diktiği bir gül ağacını biri kökünden sökmüştü. Orada
kocaman, derin bir boşluk duruyordu. Mathilde kapımı çaldı. Çok korkmuştu.
Gülün söküldüğünü söyleyip aşağı gelmemi istedi. Çok şüpheci bir kadın olduğu
için önce benden şüphelendiğini sandım. Ama o gerçekten korkmuştu. Sonra
kendini verandasındaki koltuğa bıraktı. Yüzünü gün batımına çevirdi. “Otuz yıl
evvel…” diye söze başladı. Sonra da bana Altın Sahil Fantomu ’nu anlattı.
Gözlerimi kocaman açmış dinliyordum. İnanmadığımı düşünmüş olacak ki:
“Notlar hâlâ bende. Mücevher kutusunu bulduğumda, aynada gördüğüm ellerimin
nasıl titrediğini dün gibi hatırlıyorum.” Gözlerini, iri pembe güllerin açtığı
gül dallarına çevirdi.
“Bazen bir gölge geçince bile kalp atışlarımı kulaklarımla duyuyorum.”
Mekânların
hafızaları olduğunu inanıyordum. Elimi Mathilde’nin titreyen elinin üzerine
koydum. “Belki de hikâyesini yazabilirim.” dedim. Mathilde’nin yıllar sonra
yaşadığı tedirginliği görünce, “Merak etme ismini değiştiririz.” diye ekledim. Birgün
gelip not alacağım ve bunu bir hikâyeye dönüştüreceğim.
Kimi
hikâyeler unutulur, kimi hikâyeler anlatılır. Bazıları vardır ki, kapıdaki o
delik gibi, zamana ve mekâna izler bırakır.
Zürih’in en sakin mahallelerinden birinde, ardında hiçbir iz bırakmadan gerçekleşen bir dizi zarif hırsızlık vakası sadece tek bir şeyi geride bırakır: “Altın Sahil Fantomu” imzalı notlar. Aradan yıllar geçer. Seksenine yaklaşan Mathilde, yaşadığı yeni bir olayın etkisiyle bu eski korkusunu üst kat komşusuna anlatır. Hafızanın, gizemin ve mekânlara kazınan görünmez izlerin dokunaklı bir hikâyesi.
20 Nisan 2025 Pazar
14) Ayı Ayak
2019
yılının Kasım ayının ilk günleriydi. Zürih harika bir sonbahar yaşıyordu. Oturduğum
sokak sapsarı yapraklarla kaplıydı. O sabah her zamanki gibi yine işe geç
kalmıştım. Höschgasse tramvay durağına koşarak geldiğimde tramvay çoktan
gelmişti bile. Durakta bedava dağıtılan Metro gazetesini kapar
kapmaz, kapılar kapanmadan tramvaya atladım. En arkada, karşılıklı dört kişinin
oturabileceği bölümdeki son boş yere kendimi attım. Gazetemi açtım. Kültür
sayfalarında, Zürihli yazarın Almanya’nın Büchner Ödülü’nü kazandığı ve ödülünü
Darmstadt'ta aldığı yazıyordu.
Daha
iki hafta önce Stadelhofen’deki Orell Füssli kitabevine gidip kitap önerisi
istediğimde, bana bu yazarın 2017’de yayımlanan kitabını önermişlerdi. Ben de
kitabı birkaç günde okuyup bitirmiştim. "Ne tesadüf!" diye
geçirdim içimden. Yok canim, ne tesadüfü, ödül törenden önce açıklanmıştır
herhalde, kitabevi çalışanları da ödüllü yazarı önermişlerdir.
Yazarın
soyadı Almanca "ayı ayak" anlamına geliyordu. Bunun dışında hakkında pek
bir şey bilmiyordum. Şimdi gazeteden Zürih’te yaşadığını öğrenmiştim. Tahmin
etmeliydim, kitap zaten Zürih’te geçiyordu. Ama yine de benim şehrimde yaşıyor olması
güzeldi. Cep telefonumu çıkarıp hakkındaki Wikipedia sayfasını açtım.
Benimle aynı yıl ve aynı ayda bir gün sonra doğduğunu ögrendim. Ne
tesadüf! Ondan sadece bir gün büyüktüm. Çocukluğumda "Noel
çocuğu" olmaktan nefret ederdim. Okullar tatile girerdi ve doğum günü
hediyemle Noel hediyesi bir olurdu. Doğum günüm, ufak bir pastayla, "kim
vurduya" giderdi. O da 48 yıldır benimle aynı doğum günü travmalarından
mustarip olmuş olmalı, zavallı Ayı ayak!
Başımı
kaldırdığımda, karşımda oturan adamla göz göze geldik. Hemen resme ve tekrar
adama baktım. Kesinlikle “Ayı ayak” karşımda oturuyordu. Kısık kahverengi
gözleriyle bana bir an baktı, sonra bakışlarını kaçırdı. Kalbim küt küt atmaya
başladı. Ona bir şey söylemeye cesaret edemedim. Bakışlarımdan rahatsız olmuş
gibi elindeki Tages Anzeiger gazetesini yüzüne doğru kaldırıp kendini sakladı.
Demek ödül töreninin ardindan sonra Zürih'e dönmüştü. Ama Metro denen gazete müsveddesi
haberi ancak yetiştirebilmişti.
Gözlerim,
yüzüne yapıştırdığı gazetesinin altından görünen koyu mavi yağmurluğuna kaydı. Ardından
siyah kot pantolonun altındaki ayakkabılarına takıldı. Kahverengi deri İtalyan ayakkabıları,
öyle ayı ayağı kadar büyük değillerdi.
Karşımdakinin
yüzünü tekrar görebilmek için sabırsızlanıyor, diğer haberleri okuyormuş gibi yapıyordum.
Trump Amerika’nın Paris iklim anlaşmasından çıktığını ilan etmiş, Mısır’da
askeri rejim 80 İslamcı militanı öldürmüştü.
Bellevue’de
inip tramvay değiştirilmem gerekirdi. Ama o inmeyince ben de inmedim. Biraz
daha bu tramvayda kalabilir, Paradeplatz’da da aynı yöne giden başka bir
tramvaya binebilirdim. Belki bir fırsatını bulup, “Kutlarım ödül almışsınız.
Kitabınızı daha yeni bitirdim” diyebilirdim. Keşke bu kadar hızlı
bitirmeseydim. Kitap çantamda olur, o da kitabi okuduğumu görür hatta belki bir
imza isterdim.
Ama
ya o değilse. Ya da kitabının kahramanın, o genç kadını takip ettiği gibi,
benim de onu, kitabın yazarını takip eden bir sapık olduğumu sanırsa?
Kitabında
Philip adında bir müteahhit, Bellevue’deki ünlü kafede bir iş toplantısı yapmak
için bekliyor ama beklediği kişi gelmeyince kafeden çıkıyor. Yine de gelirse
diye, pek uzağa gitmeden sigara içip çevrede dolaşırken, meydanın diğer
kenarındaki mağazanın döner kapılarından çıkan o genç kadının önce ayakkabılarına
dikkat ediyor. Kadının ona bir işaret yaptığını varsayarak kötü bir niyeti
olamadan, biraz da zaman öldürmek için genç kadını takip etmeye başlıyordu. Ama
daha sonra sekreteri telefon edip görüşeceği kişinin kafeye geldiğini söylediği
halde, adamla buluşmak yerine kadını takibe devam ediyordu.
Eğer
biraz önce ayaklarına baktığımı fark etmişse ve tam da tramvay Bellevue’ye
yaklaşırken göz göze geldiğimiz için, benim onu takip ettiğimi sanması kadar
doğal ne olabilir ki? Böyle yanlış bir his uyandırmamak için hiçbir şey
söylememeye karar verdim.
Tramvay
birkaç durak daha ilerlemiş, Paradeplatz'a yaklaşıyordu. Burada kesinlikle
tramvayı değiştirmem gerekiyordu. İçimden onun da burada inmesini diledim.
Dileğim kabul olmuş olacak ki, durağa yanaştığımız sırada gazetesini yüzünden
çekmeden ayağa kalktı, sırtını döndü ve gazeteyi özenle katlayıp koltuğunun
altına sıkıştırıp kapıya yanaştı. Oturduğum yerden yüzü görünmüyordum. Ama
üzerindeki yağmurluk, internette bulduğum resimlerinden birindekine benziyordu.
Kesinlikle oydu. Kapılar açılır açılmaz, indi. Gözlerimle onu kaybetmeden,
birkaç yolcunun inmesini bekleyip, ben de indim.
Durakta
asılı elektronik tabelada 7 numaralı tramvayın üç dakika içinde geleceği
yazıyordu. Ayı ayak, hiç duraksamadan
Bleicherweg'e doğru yürümeye başladı. Benim bineceğim tramvay da o tarafa gideceği
için, beklemek yerine bu kısa mesafeyi yürümenin daha iyi olacağını düşündüm. İşe
azıcık geç gelebilirdim. Aramıza üç beş kişi sokarak peşine takıldım.
Ya
arkaya dönüp beni görürse? Bu düşünceyle çantamdan güneş gözlüklerimi çıkardım
ve taktım. Oysa hava kapalıydı, güneş ışığından eser yoktu. İş yerime
yaklaştığımda artık onu takip edemeyeceğimi anladım. Belki de sonumun kitaptaki
Philip gibi olmasını istemediğim için pes etmiştim.
İşe
geldiğimde, hemen masama oturup maillerimi açtım ve takvimdeki toplantıyı görüp
laptopumu kapıp toplantı salonuna koştum. Öğleden sonra boş bir zamanımda bir
Word dokuman hazırlamaya başladım. Dogum tarihini, tramvaya bindiğim durağı ve
saati, indiğim saati not ettim. Belgeyi “Ayı ayak” diye kaydettim.
Tüm
kışı Kaufleuten’e gelen yazarların kitap imza günlerine giderek, üniversitenin
edebiyat fakültesinde misafir yazarların derslerini dinleyerek, kitapçıdan Ayı
ayağın diğer kitaplarını alıp hepsini okuyarak geçirdim. Hep aynı saatte iki numaralı tramvayın en
arkasındaki dört kişilik koltuğa yakın oturarak işe gidip geldim. Eskiden ne
güzel telefon katalogları olur, orada insanların telefon numaraları yazardı.
Numaradan oturduğu mahalleyi de çözerdik. Şimdi aylarca uğraştığım halde özel
hayatına dair pek bir bilgi bulamamıştım. Ama topladığım ufak tefek bilgileri belgeye
eklemeyi ihmal etmemiştim.
2020’nin
mart ayının ortalarında Korona virüsü vakaları Avrupa’ya gelmeye başlamış, tüm
dükkanlar kapanmış ve eczanelerde maske kalmamıştı. İşe gidemiyor evden
çalışıyor, tüm boş zamanımı “Ayı ayak” araştırmalarına harcıyordum.
Mayısta
havalar güzelleşmişti ama İsviçre’de Korona virüsü sebebiyle beş kişiden fazla
toplanmak yasaktı. Arkadaşlarla, iki ayrı grupmuşuz gibi Zürihorn’da piknik
yapmaya karar vermiştik. Benim her yıl göle ilk defa anneler gününde girme gibi
bir takıntım olduğundan, onlar gelmeden göle hızlıca girip çıkarak geleneğimi
yerine getirmek için, buluşma saatinden bir buçuk saat önce, saat on ikide
Zürihorn’a gelmiştim. Evimden Corbusier Pavilyonu 3 dakika yürüme mesafesiydi. Paviyonun
göl tarafında, Bronz heykelin orada suya girecek, biraz güneşlenip mayom
kururken kitabimi okuyacak, saat bir buçukta arkadaşlarla buluşmaya pavilyona gidecektim.
Heykelin
yanına geldiğimde, benim gibi bir çılgının daha göle girmek için kıyafetlerini çıkarıp
özenle üst üste yerleştirdiğini gördüm. Yüzünü görünce birden sarsıldım. Ayı
ayakla bu kadar benzer yanımızın olması bir tesadüf olamazdı. Bu soğuk göle bir
o, bir de ben, başka da hiç kimse girmiyordu. O suya girene kadar uzaktan
seyrettim. Suya girmiş, birkaç kulaç ilerlemişti ki içimde tuhaf bir dürtüyle, kıyafetlerinin
yanına gidip hepsini topladım ve piknik yiyecekleri dolu çantama tıkıştırdım. Etrafta
birkaç piknikçi vardı, ama kimse benimle ilgilenmiyordu. Sakin bir şekilde ayağa
kalktım ve gözlerimi gölden ayırmadan, yavaşça oradan uzaklaştım.
Eve
döndüm. Ne kadar sakin yürümeye çalışmış olsam da heyecandan nefes nefese kalmıştım.
Üstüm başım ter içindeydi. Ayı ayağın kıyafetlerini çantamdan çıkardım. Telefonu,
cüzdanı, şortu, keten gömleği ve havlusu. Tüh havlusunu da almışım. Kahretsin. Adamcağız
orada mayosuyla kalakalmış olmalıydı. Ama artık yapacak bir şey yoktu. Cüzdanını
kurcaladım. Banka kartı, ehliyeti, Coop’tan aldığı fiş. Cep telefonuna düşen
mesajları okudum. Kendimi çok kötü hissettim. Akşam karanlık basınca eşyaları
aldığım yere bırakmaya karar verdim. Telefondan ve cüzdandan el izlerimi sildim
ve plastik bulaşık eldivenlerini giyip, eşyalarda parmak izi bırakmadan, onları
bir torbaya doldurup kapımın yanına koydum.
Ardından
şort ve bluzumu çıkarıp yerine uzun yazlık bir elbise giydim. Kafamdaki kasket
yerine, hasır şapkalarımdan birini taktım. Piknik eşyalarımı koyduğum çantayı bile
değiştirdim. Arkadan bağlamış olduğum saçlarımı açıp omuzlarıma döktüm. Bir de kırmızı
ruj sürdüm. Deminki kadınla aramda hiçbir benzerlik kalmamıştı. Evde bir saat
bekledim ve saat bir buçukta tekrar evden çıktım.
Piknik
keyifliydi ama içimde huzur yoktu. Yaptığım şeyden çok utanıyordum. Akşam dört
gibi iki arkadaşı ikna edip “Ben gölde yüzerken en azından sahilden fotoğrafımı
çekin” dedim ve üç kişi göl kenarına yürüdük. İki dakikalığına da olsa, yüzme
geleneğimi yerine getirdim. Ayı ayak çoktan gitmişti, belki polise haber
vermişti ama şüpheli hiçbir şey yoktu. Şimdi içimden öğlen keşke suya girip, ona
doğru yüzmüş olsaydım ve yaklaşınca bacağıma kramp girmiş gibi yapıp onun
dikkatini çekseydim, diye düşündüm. Öyle saf bir yalanla onunla sohbet
edebilmek yerine adamın eşyalarını çalmıştım. Neden böyle bir delilik yaptığımı
bilmiyordum. Ama olmuştu bir kere.
Akşam
eve döndüğümde torba kapının yanında duruyordu. Havanın kararmasını bekleyip gece
on gibi sahile indim. Olay mahaline gitmeye cesaret edemediğim için torbanın
içindekileri otuz kırk metre ileride bir bankın üzerine bırakıp evime döndüm. Bu
olaydan sonra yaptığım şeyin utancıyla olsa gerek adamı araştırmaktan
vazgeçtim.
Aradan
5 yıl geçti, korona virüsü günleri unutuldu. Ben de altı ay boyunca takıntı
haline getirmiş olduğum yazarı çoktan unutmuştum. Ama sayesinde edebiyata ilgim
artmıştı. 2025 yılının Nisan ayıydı, Paskalya tatilinde İtalya’ya giderken
arabada yazarlarla söyleşiler dinliyordum. Max Frish’le, Dürrenmatt’la
söyleşilerden sonra Ayı ayakla söyleşi başladı. Kendinden bahsediyordu. Bir gün
göle yüzmeye gittiğini ve kıyafetlerinin çalındığını ve o gün kendini ne kadar
savunmasız hissettiğini anlattı. Stresten arabayı Dört Kantonlar gölünün
demirlerine çarpacaktım. Bir park yeri bulup durdum. Nefes nefese kalmıştım.
Ama çok mutluydum. Benden söz ediyordu. Artık benim farkımdaydı.